|

Kürt sorununu güçlü bir evet çözer

Kürt sorununun özünde bir 'demokrasi sorunu', sivil anayasa paketinin de temelde 'demokratikleşme paketi' olduğunu söyleyen emekli diplomat Akın Özçer, "Kürt sorununu, 12 Eylül'deki referandumdan çıkacak güçlü bir evet çözer" dedi.

Murat Aksoy
00:00 - 30/08/2010 Pazartesi
Güncelleme: 23:45 - 29/08/2010 Pazar
Yeni Şafak
Kürt  sorununu güçlü bir evet çözer
Kürt sorununu güçlü bir evet çözer
Referandum sürecinde ilan edilen eylemsizlik kararı gözleri yeniden Kürt sorununa çevirdi. AK Parti tarafından geçtiğimiz yıl başlatılan ve hedefi Kürt sorununun çözümü olan açılım sürecinde şiddetin durması beklenirken tersine şiddet arttı. Haziran 2010'dan itibaren ise neredeyse tavan yaptı. Peki şiddeti tırmandıranların hedefi ne? Eğer bağımsız Kürdistan hedef değilse şiddete ve ölüme ne gerek var? Şiddetin çözüm yöntemi olmadığı bir devirde daha çok şiddetle ne hedefleniyor? Yoksa şiddetin hedefi “demokratik özerklik mi? Bu hafta Söyleşi-Yorum'da bu soruların cevabını emekli diplomat ve Newsweek Dergisi'nin yazarı Akın Özçer ile konuştuk. Özçer, son tartışmalarda model olarak gösterilen İspanya deneyimini ve İspanya'nın demokratikleşme sürecini yakından bilen ve bütün bu süreci “Çoğul İspanya” kitabı ile Türkiye ile paylaşmış bir yazar. Özçer, BDP ve DTK tarafından dile getirilen demokratik özeklik taleplerinin, örnek gösterildiği İspanya ve Bask Modeli'nden çok gerisinde olduğunu söylüyor. Özçer, Kürt sorununun ancak referandumda güçlü bir “evet”in çözeceğini söyleyerek BDP'nin “boykot” kararının çözüme de, demokratik özeklik talebine de aykırı olduğunu söyledi.


Eylemsizlik kararı, Kürt sorunun çözümünde olumlu bir adım mıdır?

Genel olarak bakıldığında, ister eylemsizlik kararı, ister ateşkes densin, bu her zaman olumlu bir adım olarak algılanmalı. Çünkü “bir gün” bile olsa “bir kişinin” kanı dökülmüyorsa bu olumludur. 12 Eylül'de referandum var ve eylemsizlik kararı bu açıdan da önemlidir. Ben aslında bu süreci İspanya'da 1992'de ilan edilen ve ardı ardına uzatılan ateşkes sürecine benzetiyorum. Hatırlarsanız o yıl Sevilla'da “Expo-92” uluslararası fuarı ile Barcelona Olimpiyatları vardı. Terör örgütü, bu etkinlikler sırasında eylem yapacağına dair tehditler savuruyordu. Ama o dönemde örgütün ateşkes ilan etmesiyle bu süreç terör olmadan atlatıldı. Yıllar sonra kamuoyuna yansıyan bilgilerden, o dönemde ETA örgütüyle bazı temaslar yapılmış, ateşkes sürecinin de bu sayede gerçekleşmiş olduğu ortaya çıktı. Sonuç olarak, eylemsizlik kimin inisiyatifiyle olursa olsun önemlidir. Bundan sonra yapılması gereken, bu süreci kalıcı hale getirmek olmalıdır.

Olabilir mi bu?

Bugün DTK-BDP çizgisinde bazı taleplerin ve koşulların öne sürüldüğü, PKK'nın bunları desteklediği görülüyor. Bir kere basın üzerinden koşullar ileri sürülerek bir silah bırakımı sürecinin yürütülmesi mümkün değil. Bu konuda devletle örgüt arasında bir temas olacaksa, böyle bir sürecin, en azından nabız yoklama aşamasının gizli olması gerekir. Demokratik ülkelerde terör örgütüne kesin silah bırakması karşılığında verilecek tek şey, o da eli kana bulaşmamış üyeleri için geçerli olmak kaydıyla, yasal siyaset hakkıdır. Bunu yapabilmek için terör örgütüne üyeliğin karşılığı cezanın affı ve siyasi haklardan mahrumiyetin kaldırılması gerekir. Bu da yeni bir yasal düzenleme yapılması anlamına geliyor. Bunu ya Türk Ceza Kanunu'nun 221. maddesinde, ya Terörle Mücadele Kanunu'nda, ya da bu iki kanunda ve varsa ilgili diğer kanunlarda gerekli değişiklikleri yaparak sağlamak gerekir. Çok eleştirilen Habur sürecinin başarısız olmasının, dağdan inenler hakkında daha sonra dava açılması, bu kişilerin tutuklanmaları ve mahkûm edilmelerinin nedeni, kabul etmek gerekir ki, böyle bir süreci işletecek yasal önlemlerin alınmamış olmasıdır. Bu kötü deneyimler sürece hep zarar veriyor. Oysa bazı yöneticilerinin medyaya yansıyan açıklamalarına bakılacak olursa, PKK dağdan inmeye istekli görünüyor. Bu aşamada önemli olan dağdan inişi sağlayacak yasal alt yapıyı hazırlamak ve paralel olarak ifade ve örgütlenme özgürlüğü konusunda demokratik standardı yakalamak.

BIRAKIN HERKES FİKRİNİ SÖYLESİN

Peki nasıl?

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir demokratik özerklik projesinden söz edince, hemen “Sen Türkiye'yi bölmek istiyorsun” diye hakkında soruşturma açıldı. Bırakın şiddet kullanmayan, eline silah almayan herkes fikrini açıkça ifade etsin. Zorunlu yargı yetkisini 1989'da kabul etmiş olduğumuz AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) 1954'den beri taraf olduğumuz AİHS'in (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili 10. ve 11. maddelerini böyle yorumluyor. Avrupa Konseyi'nin kurucu üyesi olmakla övünüyoruz; bu standardı yakalayalım artık.

Aslında bunları yıllardır konuşuyoruz da, neden olmuyor peki?

Görünen o ki hem Türkiye'nin demokrasi eksikliklerini giderme, hem Kürt sorununun çözümü konusunda ayak direyenler var. İşte bu yüzden 12 Eylül'de yapılacak referandumu önemli görüyorum. Başka bir deyişle, 12 Eylül'de “evet” çıkması Kürt sorununun çözümü açısından da önem taşıyor.

GÜÇLÜ “EVET”ÇÖZÜM YOLUNU AÇAR

Neden?

Kürt sorunu özünde bir “demokrasi sorunu”. Anayasa paketiyse özünde bir demokratikleşme paketi olduğuna göre, içinde doğrudan Kürt sorununun çözümüne yönelik hükümler olmasa bile, sorunun çözümü yönünde önemli bir adım oluşturuyor. Demokratikleşmeyi, evrensel demokrasi ilkeleriyle mevcut anayasal düzenimiz arasındaki somut farkın giderilmesi olarak tanımlamak mümkün. Bunu şu formülle de ifade edebiliriz: Demokratikleşme= Evrensel demokrasi ilkeleri - Türkiye'nin anayasal düzeni. İşte, evrensel demokrasi ilkeleri ile Türkiye'nin anayasal düzeni arasındaki farkı oluşturan tüm mevzuat bizim demokratik açılımımız olmalı. Evrensel ilkeler bilindiğine göre, aradaki farkın ne olduğunun bilinmediği, yani açılımın içinin boş olduğu söylenebilir mi?

Söylenemez mi?

Hayır, ben başarısız olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca, içinin de boş olmadığını söylüyorum. Referandumda, “yetersiz ama evet”i savunan biri olarak demokratik açılımın sadece ufak bir bölümünün pakete yansıdığı, bunun arkasının gelmesi gerektiği görüşünü taşıyorum, Açılımın sadece PKK'nın “silah bırakma” veya “dağdan iniş” süreciyle ilgili bölümünü, yukarıda izah ettiğim nedenlerle başarılı bulmuyorum. Ama bunu söylememe gerek yok, zaten bu bir gerçek olarak gözler önünde duruyor. Kürt sorununun çözümü kuşkusuz uzun bir süreç; başlangıç ise silahların susturulması noktasından geçiyor.

BDP BOYKOTU KATKI SUNMUYOR

Bu noktada BDP'nin “boykot” kararı çözüme katkı sunan bir tavır mıdır?

Muhalefet aksini iddia ediyor olsa da, BDP'nin “boykot” kararını “hayır” oylarına katkı olarak yorumlamak da mümkün. Yukarıda da belirttiğim gibi, içinde Kürtlerle ilgili madde olmaması paketi boykot etmenin gerekçesi değil. Kürt sorununun çözümü için referandumdan “evet” çıkması gerekiyor. Boykot, bir yerde “evet” sonucunu riske etmek anlamı taşıyor.


Görüşme meselesine gelelim. Siz ne düşünüyorsunuz, Öcalan ile görüşülmüş müdür, görüşülmeli midir?

Bir terör örgütünün lideri 11 yıldır İmralı'da ve devletin belirli görevlilerinin kontrolü altında duruyor. O zamandan bugüne kadar, sadece bu hükümetten değil, kendisi ile devlet adına mutlaka birileri görüşmüştür diye düşünüyorum. Kaldı ki bu konuda bazı emekli devlet görevlilerinin açıklamaları oldu. Örneğin MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş konuya ilişkin olarak basına daha ayrıntılı bilgiler verdi. Sonuç olarak, muhalefetin bu konuda hükümete yönelik suçlamalarının pek inandırıcılığı kalmadı. Bakın demokratik dünyadaki deneyimler bize bu konuda iki şey söylüyor; ilki, silah bıraktırma karşılığında eli kana bulaşmayan örgüt üyelerine siyaset hakkı verilmesi; ikincisi ise silahı elinde tutanlarla siyasi konuların görüşülemeyeceği. Şu soruyu soralım, Öcalan hâlâ elinde silah tutanların lideri mi? Cevap evetse, silahların susması için bir biçimde Öcalan ile görüşmek gerekebilir. İspanya'da da böyle oldu. Silahın bıraktırılması amacıyla örgütün liderleri ile görüşüldü. Silah bıraktırma konusuyla sınırlı kalma kaydıyla, devlet adına görevlilerin Öcalan'la görüşmelerinin garip bir tarafı yok elbette.

Bu gizli mi olacak açık mı?

Bu görüşmeler gizli olur veya şimdi kamuoyu bildiği için filtreli olacaktır herhalde. Belki biz burada konuşurken başka birileri de başka yerde konuşuyordur, bizim konuştuklarımızı. Ama hemen şunu da ekleyelim, Kürt sorununun çözümüne ilişkin siyasi konuların görüşülme yeri meclis, aktörü de seçilmiş siyasilerdir. Bu iki konuyu birbirinden kesinlikle ayırmak gerek. Ancak bu noktada BDP'de sorun olduğu izlenimi ediniliyor.

Ne sorunu?

Buradaki sorun BDP'nin yeterince siyasi inisiyatif alamaması ya da savundukları konularda siyasi bir sürekliliğin olmaması. Öcalan'ın açıklamalarına göre siyasetlerini değiştiriyorlar. Bu açıdan siyasi partiden çok siyasi sözcü gibi davranıyorlar. Bu da “terörle aralarına mesafe koymadıkları” eleştirilerine zemin hazırlıyor. Belki de tam bu aşamada BDP'nin bir ezber bozması gerekir. Yani PKK'ya “silahları susturun, teröristleri ülke dışına çekin” gibi. İşte BDP bunu yaparsa ciddi bir saygınlık kazanır.

Çözüm uzak mı?

Bence değil. Türkiye'nin bu sorunu artık daha fazla taşıma lüksü yok.


Sorunun çözülememesinde terörle mücadeledeki yanlışlıkların payı var mı?

Evet. Türkiye çok değil kısa bir süre öncesine kadar, demokratikleşmeyle kazanılan temel hak ve özgürlüklerin terörün beslenmesine elverişli bir zemin oluşmasına katkıda bulunduğu gibi anti-demokratik bir yaklaşıma dayanan “Frankovari” bir terörle mücadele politikası izledi. “Demokratikleşmenin” tümüyle askıya alınması sonucu sıkça başvurulan faili meçhul cinayetler gibi hukuk dışı yöntemler yürütüldü. Bir programda Emekli Koramiral Atilla Kıyat, 93-97 döneminde işlenen cinayetlerin “devlet politikası” olduğunu düşündüğünü dile getirdi. Zira bunca cinayetin o dönem emir komuta altında bulunan üsteğmen, yüzbaşı olan kişilerin kendi girişimleriyle işlendiğini düşünmek mümkün değildi.

Bu nasıl olabilir?

Bu konuda görüşüne başvurulan dönemin İçişleri ve savunma eski Bakanlarından İsmet Sezgin ise 94-95 yıllarında terörün biran önce bitirilmesi için “devlet görevlisi olmayan bazı sorumsuz kişilere görev verildiğini” belirterek, cinayetleri bir yerde bu kişilerin üstüne attı. Sezgin “Bu devlet politikası değil. Devletin adam öldürmeyeceğine inanıyorum” dese de, terörle mücadelede devlet görevlisi olmayan kişilerin kullanılması, izlenen politikanın doğal bir sonucu değil miydi? Sonuçta devletin faili meçhul cinayetlerde hiç sorumluluğu bulunmadığını söylemek mümkün mü?

Atilla Kıyat ta ifade everdi…

Emekli Korgeneral Atilla Kıyat'ın, dönemin “cumhurbaşkanları, başbakanları, genelkurmay başkanları ve olağanüstü hal valilerinin” faili meçhullerin devlet politikası olup olmadığını açıklamalarına ilişkin çağrısı önemli elbette. Ama eğer böyle bir emir varsa; uygulayanlardan daha çok bu emri vermiş olan siyasi ve askeri şahsiyetler hakkında ayrıca soruşturma açılması gerekmez mi?


Demokratik özerklik konusunu da konuşalım. BDP ve DTK dile getirdi ve Bask Modeli dediler. Nedir bu?

Kabul etmek gerekir ki demokratik özerklik projesi, önerdiği simetrik özerkliklerle, bugünkü İspanya'dan çok, otuz yıl önce savunulan “Herkese kahve” (Café para todos) modeline bir adım daha yakın. Zira projenin savunucuları “özerk bölge” (region autónoma) kavramının ötesine geçmiş değil. İspanyol Anayasası'nın 2. maddesinde oldu gibi, bölge ile milliyet (nacionalidad) ayırımı talep etmiyor. Bu da, ister istemez modelin siyasiden çok idari bir nitelik taşımasına yol açıyor. Türkiye'nin 20/25 bölge ve 81 veya daha fazla ilden oluşması, bayrak ve dille ilgili sembolik siyasi unsurlar bir kenara bırakılacak olursa, ağırlıklı olarak idari yapılanmayla ilintili. Ayrıca “bölge valilikleri”(préfecture de région) de İspanya'dan çok Fransız idari sistemine uygun bir kavram. Sonuçta BDP, demokratik özerklik projesiyle, Türkiye'de federal sistemi savunan HAK-PAR ve KADEP gibi şiddeti reddeden iki Kürt partisinden çok daha merkeziyetçi bir tutum alıyor.

İspanya'da durum nasıl?

Baydemir'in dile getirdiği çifte bayrak kullanımı, ucu açık 17 özerk topluluktan (comunidad autónoma) oluşan İspanya'da anayasal bir uygulama (Madde 4). İspanyol anayasası ayrıca özerk topluluklarda, -varsa- ikinci bir dilin İspan-yolca'yla birlikte resmi dil olmasını hükme bağlıyor (Madde 3). Bu özellikleriyle İspanya'nın anayasal sistemini, asimetrik nitelikleri ağır basan bir özerklikler sistemi veya adı konulmamış bir federalizm olarak nitelemek mümkün. Ancak bu sistemin, esinlendiği Alman federal sisteminin hâlâ gerisinde kaldığı da yadsınamaz bir gerçek.

Ama tartışabilmek önemli olan sanki…

Evet. Demokratik özerklik projesini savunmak BDP'nin en doğal hakkı elbette. Demokrasilerde, şiddet ve terörle organik bağı bulunmaması kaydıyla aykırı, ayrılıkçı veya "bölücü" olanlar dâhil her türlü düşüncenin serbestçe ifade edilmesi ve örgütlenmesinin serbest olması gerekiyor. O bakımdan anayasa ve yasalarda bu yönde gereken değişikliklerin biran önce yapılması ve bu yönde atılacak her adımın desteklenmesi önem taşıyor. Ama PKK'nın aynı projeyi, silah bırakmanın koşulu olarak dayatması, hatta liderlerinden Murat Karayılan'ın ifadesiyle, bağımsızlığın alternatifi olarak sunması başlı başına sorun yaratıyor. Demokratik özerklik, ne DTK (Demokratik Toplum Kongresi) kararıyla ilan edilebilecek, ne de Karayılan'ın açıklamasıyla hayata geçirilebilecek kadar basit bir uygulama. Projenin her şeyden önce DTK Genel Kurulu'nca talep olunduğu ve demokratlar tarafından da paylaşıldığı gibi, yeni bir anayasa çerçevesinde gündeme getirilebilmesi ve tartışılabilmesi gerekiyor. Bunun için, Türkiye'deki kutuplaşmış siyasetin ve toplumun normalleşmesine katkı vermek önem taşıyor. Peki, DTK' da yinelenen referandumu boykot kararı bu katkıyı verebilir mi?


Kılıçdaroğlu Tunceli'de çözüm için “hayır” istedi. Bu samimi ve çözüm öneren bir talep midir?

Hem samimi değil; hem de absürd. Bir kere, "hayır"ı "12 Eylül'e hayır" olarak sunmak suretiyle halkı kandırmaya çalışıyor. Ayrıca "siyasette yeni bir sayfa açtıklarını" dile getirerek, genel aftan söz ederek, olası bir politika değişikliği izlenimi yaratıyor. CHP'nin köklü bir politika değişikliğine ihtiyacı var elbette. Ama bunun ilk adımı 12 Eylül'de "evet", ikinci adımı da 13 Eylül'de yeni bir demokratikleşme paketi hazırlamaya koyulmak olmalı.

Referandumdan “evet” çıkarsa bu çözüm sürecini nasıl etkileyecek?

Bu pakete “evet” çıkması, toplumun büyük bir çoğunluğuyla yeni bir anayasa yapılmasına destek verdiği şeklinde değerlendirilecek. Sayın Başbakan, yeni anayasanın sözünü vermiş olduğuna göre böyle bir değerlendirmede bulunmak “abartı” sayılmaz. Ben şahsen ezici bir çoğunlukla “evet” çıkacağını düşünüyorum. Yeni ve demokratik bir anayasanın yolunu açacak “evetlerin zaferi”, terörle mücadelede olduğu kadar teröristlerin dağdan indirilmesi sürecinde de önemli bir kazanım olacak kuşkusuz.




14 yıl önce