|

Orduda ilk cunta 1946'da kuruldu

1960 sonrasını ordu içinde cuntalar savaşı dönemi olarak tanımlayan tarihçi Cemil Koçak; 1946 seçimlerinin şaibeli bir biçimde sonuçlanmasının ordu içinde hareketliliğe yol açtığını ve hedefi İnönü ve CHP olan ilk cuntanın da 1946 yılında kurulduğunu söyledi

Murat Aksoy
00:00 - 9/03/2010 Salı
Güncelleme: 23:42 - 8/03/2010 Pazartesi
Yeni Şafak
Orduda ilk cunta 1946'da kuruldu
Orduda ilk cunta 1946'da kuruldu

Tarihçi Cemil Koçak ile söyleşimizin bugünkü bölümünde Türkiye'deki ordu içinde yaşanan cunta faaliyetlerini konuştuk. 27 Mayıs'ı yapan cuntanın 1954'te kurulduğunu söyleyen Koçak, 1960 sonrasını ordu içinde sürekli bir cuntalar savaşı olduğunu ve cuntalaşma ve terfiler arasında doğru bir ilişki olduğunu ifade etti.


* * *


Türkiye'de cuntacılık ne zaman başlıyor?

Birçoklarının sandığının aksine tek partili rejime geçer geçmez yani 1946'da ordu içinde bir hareketlenme başlıyor.

Ordunun çok partili hayata geçişte bir sıkıntısı yok o halde…

Evet çünkü ordu başkomutan olarak Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'yü görüyor ve onun kararını tartışmıyor. İnönü değil de bir başkası verseydi bu kararı ordu buna direnebilirdi. Ama kararı İnönü verdiği için herhangi bir itiraz da gelmiyor. Ama çok partili hayata geçer geçmez orduda fikri ayrılık başlıyor.

Nasıl yani?

Ordu içinde üst kademelerle-alt kademeler arasında bir parçalanma oluyor. Üst kademeler İnönü'nün verdiği kararlara itaati bir vazife olarak görüyor. Böyle alışmışlar. Üstelik uzun süredir hiç değişmemiş kadrolar. Alt kadroların ise bazı temel eleştirisi var.

Nedir onlar?

Birincisi yüksek rütbeli subayların artık demode olduklarını ve dünyada yaşanan gelişmelerden bihaber olduklarını, kendilerini yenileyemediklerini söylüyorlar. Yani bir kuşak çatışması. Orduda bir modernleşme ihtiyacı olduğunu ve bunu da üst kademelerin yapamayacağına göre bunu kendilerinin yapacaklarına inanıyorlar. Tabii o dönem aynı zamanda Alman etkisinin bitip Amerikan etkisinin de başladığı yıllardır. Yeni silahlar, yeni teknolojiler vs. Bütün bunlara genç subaylar hakim. Üst rütbelilerin bunlardan fazla haberi yok. Ve genç subaylar çıkışı CHP'de görmedikleri için, kurtuluşu yeni kurulan DP'de görüyorlar. Yani üst kademe CHP'li, alt kademe DP'li. Böyle bir parçalanma var. Alt kademe istiyor ki İnönü devrilsin, DP iktidara gelsin ve kendilerini ön plana çıkarsın. Ama 1946 seçimlerinde hayal kırıklığına uğruyorlar.

1946 CUNTASININ HEDEFİ CHP VE İNÖNÜ

Neden?

Çünkü 1946 seçimlerinin şaibeli olması ve sonuç bu grubu hayal kırıklığına uğratıyor. Ve 1946 seçimlerinin hemen sonrasında bu alt kademedeki subaylar CHP'ye karşı bir cunta kuruyorlar. Ordu içinde bildiğimiz ilk cunta hareketi budur. Hatta bu ekipte yer alanlardan bazıları 27 Mayıs 1960 darbesini yapacak olanlardır. Yani 1946 yılında kurulan cuntanın hedefi CHP ve İnönü iktidarını yıkmaktır. Ama tarihin ironik tarafı da burası. CHP'yi yıkmak için kurulan cunta, 27 Mayıs'ta DP iktidarına darbe yapacak.

1946'da kurulan cuntanın darbe tarihi var mıydı?

Eğer 1950 seçimleri de 1946 gibi hileli olsaydı ve CHP iktidarda kalsa idi, evet o zaman darbe yapılacaktı

Kimler var bu grupta?

Mesela Cemal Yıldırım… Önemli bir isim… Abdi İpekçi ile Ömer Sami Coşar'ın İhtilalin İçyüzü kitabında 1946 cuntası ve içinde yer alan isimler ayrıntıları ile yer alır; bu arada kitabın geçende yeni basımı da yapıldı.

1950'de DP'nin kazanması nasıl etkiledi bu cuntayı?

Seçimleri DP kazanınca bu cuntanın içinde yer alan bazı isimler askerlikten emekli olup DP'de bakan oluyorlar. Mesela Milli Savunma Bakanı gibi… Hedefleri orduyu modernleştirmek. Hemen arkasından Menderes şu veya bu şekilde yüksek rütbeli subayları emekli ediyor. Böylece neredeyse ilk defa ordu içinde terfi imkânı doğuyor. Tabii alt rütbeler bundan çok memnun. Ama beklentileri de büyük. Hem memleket gelişecek hem de ordu gelişecek.

Peki oluyor mu bu?

Hayır. Aradan geçen 3-4 yılda ordu içindekiler, DP iktidarının orduyu modernleştirme konusunda yeterli olmadığı fikrine varıyorlar. Bunun üzerine 1954'de DP'nin en güçlü olduğu dönemde 27 Mayısı gerçekleştirecek olanlar bir cunta kuruyorlar. Bunlardan bazıları 1946 cuntasından gelme, bazıları yeni.

27 MAYIS CUNTASI 1954'DE KURULDU

Cunta gerekçeleri ne?

Şunu söylüyorlar. Biz eskiden sadece ordu modernleşmesi ile ilgileniyorduk. Yanılmışız. Ordunun modernleşmesi için memleketin de kalkınması gelişmesi lazım, bu ikisinin bir arada gitmesi lazım. Gördük ki CHP bunu yapamadı, DP de bunu gerçekleştiremedi. Ve temel düşünceleri şu oluyor artık; bu sivil siyasetten, partiler siyasetinden bize de, memlekete de bir hayır yok. Biz artık ordu olarak iktidarı ele alalım. Hem memleketi kalkındıralım hem de orduyu geliştirelim. Benzer fikirlerde olan İstanbul'da da bir cunta var. İkisi birleşiyor ve ekibi genişletiyorlar. Ardından darbe geliyor.

27 Mayıs'ın gerekçeleri bambaşka şeyler değil mi?

27 Mayıs'tan sonra DP'nin günahlarını ortaya koyan pek çok yayın oldu. Bugün de sıkça konuşulur; Ezanı Arapçaya çevirmekten, Tahkikat Komisyonuna kadar pek çok gerekçe sıralanır. Ama temel gerekçe bunlar değildir. Çünkü cuntanın kurulduğu 1954'de bunların hiç biri yoktu. Yani 1954'de cunta kurulduğunda DP bunların henüz hiç birini yapmamıştı. Eğer cuntayı 1959'un sonunda kursaydınız bu gerekçeleri ileri sürebilirdiniz ama 1954 yılında bunların hiç biri henüz uygulanmamıştı. Bakın şu önemli, 1954'de kurulan ve bazı üyeleri 1946 cuntasından gelen bu yeni cuntanın hedefi uygun zamanda darbe yapmak. Bu yüzden 27 Mayıs, yapıldıktan sonra anlatıla geldiği gibi, DP'nin günahları yüzünden yapılmış bir darbe değildir. En azından sadece o yüzden yapılmış bir şey değildir. Ki bundan sonra ordu içinde başka bir süreç başlar.

1960 SONRASI CUNTALAR TARİHİDİR

Cuntalar arası mücadeleler mi?

Evet.1960 sonrası başlayan ve hiç bitmeyen bir süreçtir bu. 9 Mart-12 Mart 1971 olayı bunun sonucudur. Eğer ordu içinde iktidara el koyacaksak ordunun muhakkak bize biat etmesi lazım. İktidarı ele alan cuntalar dışında orduda kimsenin kalmaması lazım. 27 Mayıs yapıldıktan sonra meşhur Eminsu Olayı ortaya çıktı. Binlerce subayı uzaklaştırdılar. Ne uğruna uzaklaştırdılar, nasıl bir kamuflaj var, orduyu gençleştiriyoruz, modernleştiriyoruz, ordu piramidini yeniden düzenliyoruz. Gerekçe bu. Çok sayıda yüksek rütbeli subayı uzaklaştırıyorsunuz. Güzel, bunu yaparken gerçekten sadece yetenekli subayları mı tutuyorsunuz, yoksa “bizden olanlar”ı mı tutuyorsunuz? Bu sorunun cevabı o kadar kolay değil. Bana soracak olursanız “elbette yönetimi destekleyecek olan subaylar”ı tutuyoruz. 27 Mayıs'ı yapan Milli Birlik Komitesi bile kendi içinde birkaç ay sonra bir tasfiye yapmak zorunda kaldı. Meşhur 14'ler olayı. Yani 14'leri paketleyip gönderiyorlar, öyle olmasa 14'ler bunları paketleyip gönderecek zaten. Ordu her defasında orduya karşı. Bunun istisnası yok Türkiye'de. Hemen arkasından Silahlı Kuvvetlerin Birliği, hemen arkasından Talat Aydemir cuntası. Kim bilir daha ne cuntalar. 12 Mart'a doğru giderken aynı şekilde. 12 Mart oluyor, 12 Mart'ı yapan subay grubunu destekleyecek olanlar kalıyor, diğerleri ordudan atılıyorlar. Yine çok sayıda subay atılıyor. 9 Martçılar yani. 12 Eylül'de keza.


Darbelerden sonra ordunun ilk işi ne oluyor?

Nedeni ne olursa olsun, ordunun ilk yaptığı şey, iktidara gelir gelmez kendi içinde bir temizlik yapmaktır. Kaçınılmaz olarak yapmak zorunda. O yüzden ordu orduya karşı. 12 Eylül'den sonra, mesela 28 Şubat'ta da aynı şeyi yaptı ordu. Yüksek Askeri Şura 28 Şubat'ın mantığı içinde işlese aslında devamlı bunu yapacak. Devamlı kendi içini kendine göre dizayn edecek. Yani ordu iktidarının beklentilerine uygun şekilde. Bu da ideolojik bir tutum. Bu da siyasi bir tutum. Ordu yeniden iktidara gelirse eğer, bir darbe yaparsa, sivillerden önce subaylar atılacak bana soracak olursanız orduda. Çok sayıda subayın atılması lazım yeni bir darbe olursa.

Ordu içindeki cuntalar nasıl varlığını sürdürüyor?

Burada şunu ifade etmek gerek. Bu dönemi yazacak olan tarihçilerin dikkat etmesi gereken nokta şu; 27 Mayıs'tan sonra ordu içindeki terfiler ile ordu içindeki cuntalaşma paralellik arz ediyor mu, etmiyor mu? Bence ediyor.

Nasıl oluyor bu?

Eğer bir cuntanız varsa ve etkili olmasını istiyorsanız mümkün olduğunca üst rütbeli subaya sahip olmanız lazım. Ne kadar üst rütbeli subaya sahipseniz cuntanız o kadar güçlü olur. Buna özellikle dikkat etmek lazım. Her cunta kendi elemanını yükseltemeye çalışıyor. Bu da şu anlama geliyor. Düşük rütbeli subayların yükselmesinin yolu cuntaya girmekten geçiyor. Bu ikisi birbirini beslemeye başlıyor. Yani bağımsız kalan, yalnız olan bir subayın yükselme, terfi alma ihtimali zayıflamış oluyor. Bir başka anlamda cuntacılığı terfi mekanizması yoluyla teşvik etmiş oluyoruz. Ben 1960 öncesi ve sonrasındaki bütün terfilere bu gözle bakılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bugün ortaya çıkan iddialardan açık bir şekilde görüyoruz ki terfi sistemleri biraz bununla ilgili. Kimin nereye terfi edileceği…

Geçtiğimiz günlerde Özden Örnek'e sorulan soru 2014 yılına kadar olan terfi planını kendine yakın kişilerle ilgili olup olmadığı idi…

Yani yakın dönem ordu tarihinin bu açıdan da incelenmesinin enteresan sonuçlar vereceğini düşünüyorum. Daha önce bunu pek yapmamıştık. Bilgimiz sınırlıydı vs, ama bugün artık yapabiliriz.


Şu anda ordu ile hükümet arasında bir mücadele mi yaşanıyor?

Bugünlerde sık sık ordu ile siyasi iktidar arasında bir, ne diyelim, mücadeleden söz ediliyor. Bu tabii doğru. Ama analiz hatalı, eksik. Ben olan biten her şeyi ordu içinde bir mücadele olarak görüyorum. Esas mücadele, mücadelenin esas alanı ordu içinde oluyor. İktidarla olan ilişki bu bakımdan ikinci planda. Ve eğer bütün müdahaleler tarihine bu açıdan bakacak olursak 27 Mayıs dâhil olmak üzere bütün askeri müdahale planlarında ve müdahalelerinde, gerçekleşen ve gerçekleşmeyen bütün müdahalelerde ordu orduya karşıdır. Ordu sivilleri değil, kendisini tehdit edebilecek “diğer ordu”yu risk faktörü olarak kabul ediyor. Nitekim son Balyoz planında ortaya çıkan “kendi içimizi temizlemeliyiz, içimizde çürükler var” ifadesi, çok gerçekçi.

30 Ağustos yaklaşıyor, ne olacak?

Bizim gibi sade vatandaşların televizyonlardan, gazetelerden okuduğumuz kadarıyla bildiğimiz ama arka planını bilmemize asla imkân olmayan bir mücadele devam ediyor. 30 Ağustos yaklaşırken bu mücadele daha da yoğunlaşacak. Bahar aylarından başlayarak yaza doğru ve yaz aylarında, asıl referandum değil, yani esas mesele, bana soracak olursanız, asıl kilit önemde olan şey, 30 Ağustos'a giderken bu terfi meseleleri, emeklilik meseleleri ve ordu içinde karşı karşıya duran grupların ordu üzerindeki iktidar mücadelelerinin nasıl dizayn edileceği çok daha önemli. Asıl gözümüzü çevirmemiz gereken şey 30 Ağustos. 30 Ağustos'a doğru YAŞ kararları ile kim gerçekte egemen ve ne kadar egemen, orada okumak mümkün olacak. Bunu asıl okuyabilecek olanlar da ordunun içinde olan insanlar. İşi bilen insanlar. Kim kimdir, kim kimle siyasi müttefik? Bunu iyi bilenler.

Hükümetin bilgisi var mıdır bunlardan?

Bunu eminim hükümet biliyordur. Ama bizler işin içinde olmadığımız için bilemeyiz. Ama bilenler o gözle okuyorlar. Kim gidiyor, kim geliyor. Bu son olayları da, ordunun kendisine yeni bir pozisyon bulma çabası olarak görüyorum ben. Ordunun bu son manevrasını. Ama birkaç manevra daha lazım. Ordunun gerçekten kendisini yeniden toparlayabilmesi ve eski mevzilerini tamamen unutması gerekir. Bu mevzilerin yeniden ele geçirilemeyeceğini deklare etmesi, böyle bir çaba içinde olmayacağını deklare etmesi lazım. Bunu mutlaka sözle yapmak zorunda değil. Hareketle de yapabilir. Bana soracak olursanız, bu son manevralar bunu gösteriyor. Eğer böyle devam ederse.



Askerin siyasal alandan çekilmesi yani neredeyse yüz yıllık bir zihniyet bu kadar kolay değişebilir mi?

Bu çok uzun sürecek olan bir süreçtir. Öyle 5-10 yılda sonuçlanacak bir süreç değildir. Nereden baksanız yeni bir kuşağın yeni bir anlayışla yetiştirilmesi ve bunu içselleştirmesi meselesidir. Çok uzun sürer. Ve eski anlayış, eski zihniyet tamamen sökülüp atılamayacağı için de o her zaman yaşamaya devam eder. Yani nasıl toplumun içinde eski anlayışlar yaşamaya devam ediyorsa, kendini yeniden üretiyorsa, orada da bunun olması doğal karşılanmalıdır. Ordunun müdahaleci zihniyeti yavaş bir şekilde zayıflayacak. Müdahale etmek istemediğinden değil, bunu yapmak istediğinde bir türlü yapamadığından dolayı zayıflayacak. Bir süre sonra bakacağız bu normal hale gelmiş orduda.




Özellikle sembolik düzeyde askerin daha sivil şeye bağlanması konusunda hükümetten beklentiler var. Yani nedir bu MGK'nın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması gibi.

Böyle sembolik şeyler yapılıyor. Mesela EMASYA Protokolünün kaldırılması. Bu beklenmedik ölçüde hızlı yapıldı. Meclisin polisler tarafından korunması. Benzeri gelişmeler yine gündeme gelecektir. Ama hükümete de sağından solundan iğne batırıp “bir an önce onların üstüne git, daha çok üstüne git; işte zorda kaldı ordu, üstüne daha fazla gidersen, şimdi yapabilirsin” demek de, bence çok doğru olan bir şey değil. Bu işleri zamana yaymak, sabırlı davranmak gerekir. Ordunun belki de önemli bir kısmı ile demokrasinin yerleşmesi için işbirliği yapılabilecekken, ordunun bir bütün halinde üstüne gidip de, o işbirliği imkânını ortadan kaldırabilecek ve orduyu bir bütün olarak savunma inisiyatifine sevk edecek, orduyu kendi arasında tartışırken “eyvah hepimizin üstüne geliyorlar” diye kenetlendirecek politikalar da doğru politikalar değil. Bunlardan kaçınmak lazım. Ordunun tartışılması, ordunun hukuk ve meşruluk dışına düşmüş olan kısımlarının tartışılması demektir.




AK Parti'nin hükümet olmasıyla birlikte bu hani Balyoz Darbe planı o döneme denk geliyor. Hep hükümet anti-laik öyle bir tartışma vardı. O bitti. Şimdi son dönemde de sivil dikta söylemi var. Katılıyor musunuz?

Katılmıyorum ve bu tartışma da bitecek diyorum. Bunlar içi doldurulması çok zor meseleler olduğu için siyasi plandaki tartışmaları çok uzun süremiyor. Bir hükümet diktatörlüğe gidiyor iddiasını nasıl ortadan kaldırırsınız? Hükümet uzun zaman ayakta kalır ve diktatörlüğe gitmez, iddia çöker. Ya da seçimi kaybeder ve gider. “Demek ki diktatörlükle bir alakası yokmuş, işte gitti” dersiniz. İkisinden biri. Bunun için de zamana ihtiyaç var. Bir zamanların laiklik tartışmaları gibi, bu da sönüp gidecek. Gittiğinde bir daha da hatırlanmayacak. İşte 7 sene geçti, 8 sene geçti, 10 sene geçecek falan, laiklikle ilgili bir şey olduğu yok. Bir süre geçtikten sonra bu diktatörlük meselesi de gündemden düşecek, ama onun yerine yeni bir iddia ortaya atılır. İktidara karşı iddiasız politika olmaz. Türkiye'de muhalefetin toplumu harekete geçirebileceğini düşündüğü esas enstrümanların o kadar etkili olmadığı görüldü. Yani laiklik tartışmalarının gündemden düşmesinin temel nedeni, bunun toplumu iktidara karşı yeteri kadar harekete geçiremeyen bir mekanizma olması oldu. Başka bir mekanizma, eğer iktidara karşı toplumu hareket geçirmek istiyorsanız, başka bir mekanizma bulun.




Peki toplumda ya da toplantılara katıldığınızda nasıl bir değişim gözlüyorsunuz?

Ben şaşırtıcı bir değişim gözlüyorum. Çok şaşırtıcı. Yani benim öngörümün çok ötesinde ve çok hızlı, beklemediğim kadar geniş ve farklı alanlarda, beklemediğim, hiç öngörmediğim ve gördüğüm zaman beni şaşırtan, daha önce varolan yapıların kırılışı, daha önce varolan insanların yerine başka insanların gelmiş olduğu bir toplum görüyorum. Ve bu beni gerçekten çok şaşırtıyor. Bana sorsaydınız eğer mesela 1980'lerde hani 2000'li yıllarda Türkiye nasıl olacak diye. Ben bugünkü tabloyu size aktaramazdım. Kimsenin de aktarabileceğini sanmıyorum. Hiç kimsenin aklına gelmezdi bugün geldiğimiz nokta. Bunu hiç kimse öngöremezdi.




Muhafazakârlaşma var mı?

Benim bildiğim kadarıyla Türkiye zaten çok muhafazakâr bir yer. Benim tanıdığım ve bildiğim kadarıyla inanılmaz muhafazakâr. Kendisi dışındaki insanların muhafazakâr olduğunu düşünenler de muhafazakâr. Kendini hiç öyle görmüyor ama. Mesela ben hiç muhafazakâr bir insan olmadığım için, çok uçta olduğum için, o iki muhafazakârlığı da aynı şekilde tanımlıyorum. Her zaman muhafazakârdır Türkiye. Şimdi “ne oluyor, muhafazakârlık yükseliyor” paradigması, esas itibariyle şuradan ileri geliyor: Eskiden Türkiye küçücük bir yerdi. İstanbul küçük bir yerdi. Ankara küçük bir yerdi. Her yer küçüktü. İnsanlar birbirini görmeden ve temas etmeden yaşarlardı. Ekonomik ve sosyal sistem birbirimize teması gerektirmiyordu. Daha steril bir şekilde yaşanabiliyordu. Herkes steril yaşıyor, herkes kendi cemaati içinde ve rahat bir şekilde yaşıyordu. Birbirimizi görmüyorduk, görmek ihtiyacımız da yoktu. Mevcut ekonomik ve sosyal sistem bizi zorunlu olarak yüz yüze getirmiyordu. 60'lardan itibaren bu kırıldı. 70'lerden itibaren bu parçalandı, 80'den sonra patladı. Şimdi mecburen herkes her yerde. Ekonomik ve sosyal sistemin gelişmesi zaten modernleşme dedikleri şey bu. Böyle oluyor. Şimdi herkes birbirini görüyor.




Yani eskiden daha mı cemaatsel yaşıyorduk?

Daha önceleri, eskiden ben sadece kendim gibi olan insanları görüyordum ve diyordum ki, her yer böyle. Şimdi başkalarını, farklı olanları da görmeye başlayınca diyorum ki, “evet bunlar arttı, artmış olmalı, çünkü eskiden yoktular.” Görmüyordum. Ben görmüyordum, ama onlar oradaydılar. Şimdi bunu anlamadan, “daha da muhafazakârlaşıyoruz” demenin bence bilimsel bir analiz gücü yok. Elimizde eskiye dair bir takım veriler olur, bugün de veriler olur, bunları karşılaştırırız, sonuç çıkarırız. Ama böyle olmuyor. Zaten ampirik veri olmayınca bilimsel bir yaklaşım da söz konusu olamıyor. Sadece “herkes gidiyor cumaya, giden çoğaldı, demek ki muhafazakârlaşıyoruz” deniyor. Benim bildiğim cumalara herkes giderdi zaten. Eskiden de giderdi, yine gidiliyor. Gitmeyenler az bir orandı, bu az oran yine devam ediyor. Oranlarda bir değişiklik yok. Bu kadar basit. Ama eskiden Kadıköy'ün camisine giden pek olmazdı anlattığım nedenlerden dolayı, şimdi oraya da giden var. Hepsi bu kadar basit yani.








14 yıl önce