|

Böylesine can yakıcı meselelere daha yüksek bir sinema gerek...

Cihan Taşkın'ın uzun süredir merakla beklenen ilk uzun metrajlı çalışması “Kelebek”, 11 Eylül 2001'den bu yana bütün dünyanın tartıştığı “İslâmî terör” kavramı üzerine zaman zaman kayda değer politik ve felsefî saptamalar yapmakla birlikte, aynı hedefi sinemasal anlamda vurmaktan ise oldukça uzak düşmüş bir deneme...

Ali Murat Güven
00:00 - 3/05/2009 Pazar
Güncelleme: 08:45 - 3/05/2009 Pazar
Yeni Şafak
Böylesine can yakıcı meselelere daha yüksek bir si
Böylesine can yakıcı meselelere daha yüksek bir si


Yapım Yılı ve Ülkesi:
2009, Türkiye yapımı

Türü ve Süresi:
Yakın Tarih / Politik Drama / 146 Dakika

Yönetmen:
Cihan Taşkın

Senarist:
Mahmut Bengi

Görüntü Yönetmeni:
Demian Barba

Özgün Müzik Bestecileri:
Ömer Faruk Tekbilek ve Brian Keane

Kurgu Yönetmeni:
Bora Gökşingöl

Sanat Yönetmeni:
Özgür Kemertaş

Oyuncular:
Ghassan Massoud / Hasan Mesud (Mevlevî dedesi), Caner Cindoruk (Yusuf), Deniz Bolışık (Zeynep), Münir Can Cindoruk (Ümit), Meredith Orlow (Amerikalı Kız), Sümer Tilmaç (Aşçıbaşı Rasim) Şahin Çelik, Tuncay Beyazıt, Gürol Güngör, Kadir Kırıcı, Serhat Yiğit, Ferda Işıl, Volga Sorgu Tekinoğlu, Ergun Doğmacı, Sonat Dursun, İbrahim Halil Azak, Lami Ateş

Yapımcı Şirket:
Sanayi-i Nefise Film Yapımcılık

Dağıtıcı Şirket:
Özen Film

İçerik Uyarıları:
İçerdiği şiddet sahnelerinden dolayı, 13 yaşından küçükler için uygun değildir.

Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:

Yıldız Puanı:
* *

İstanbul, 2001 yılı… Kendisine ait bir cam işleme atelyesinde hediyelik eşyalar üreten Yusuf (Caner Cindoruk), eşi Zeynep (Deniz Bolışık) ile görünürde son derece mutlu bir hayat sürmektedir. Fakat, o yaz, çiftin eğlenmek üzere gittikleri bir panayır ortamında, yanından beraberce geçtikleri bir çöp kovasına konan bombanın patlamasıyla birlikte her şey altüst olur.

Bombadan sonra Yusuf'un kendiyle barışık dünyası çökmüş ve yerine yarı ölü bir adam gelmiştir. Kahramanımızın görünürde çok da ciddi bir sorunu yoktur; ancak gün geçtikçe mâzisinde karanlık bazı noktalar olduğu ve bir takım “acı olaylar”ı unutmaya çalıştığı ortaya çıkacaktır.

Başlangıçta, yaşadığı bu hafıza kaybını inkâr eden genç adam, geçmişte sık sık ziyaret ettiği Mevlevî tekkesinin lideri İbrahim Dede (Ghassan Massoud/Hasan Mesud) atelyede ziyaretine gelip, onun ABD'ye 11 Eylül 2001 saldırılarını düzenleyen eylemcilerden biriyle bağlantısı olduğunu imâ edince, üzeri kalın bir sis tabakasıyla kaplanmış durumdaki geçmişinin izini sürmeye başlar.


BEKLEMEKLE GEÇEN ŞU ZAVALLI ÖMRÜM…


Yıllardır, yapım-yönetim ekibini “muhafazakâr cenah”ın sanatçılarının oluşturduğu hemen her yeni filmde olduğu gibi, bir kez daha -çocuksu heyecanlara kapılmaya pek meyyal mizacımla- aylar öncesinden havalara girdim, beni bekleyen “büyük sürpriz” hakkında bol bol umutlandım ve günü geldiğinde de “İşte, şimdi piyasanın tozunu atacağız” diyerek, derin bir merak içinde sinema salonunun yolunu tuttum.

Halbuki, ömrüm boyunca ve özellikle de 2000'lerin ikinci yarısında koltuğumda mide krampları geçirerek izlediğim bazı sinemasal hilkat garibelerinin ardından, yeni “beyaz sinema” örneklerini karşılarken aşırı heyecana kapılma yönündeki bu zaafımı dürüstçe teşhis edip, artık -en azından- biraz daha temkinli davranmayı öğrenmiş olmam gerekiyordu.

Hele de son bir kaç yıldır kalemimden cömertçe dökülen onca peşin methiyenin ardından, izlediğimde burun direğimi sızlatan kimi “çadır tiyatrosu müsamereleri”nden sonra…

Üstelik, yakın geçmişte, bunlardan duyduğum yoğun bezginlik ve bıkkınlık psikolojisi içinde kaleme alınmış bazı eleştirel yazılar nedeniyle, sektördeki kimi kadim dostlarımı ve dostluklarımı da yitirmişken…

Ancak, can çıkar huy çıkmaz. Sinema söz konusu olunca yükselen tansiyonuna kolayca gem vuramayan biriyim ben ve “Kelebek” filmi için de daha aylar öncesinde benzer bir coşku dalgasına kapılmaktan alamadım kendimi…

Kulağımıza gelen ümit verici haberlere bakılırsa, “bizim çocuklar” sinema işine son noktayı koymak üzereydiler. Ömrünün çeyrek yüzyılını sinemaya, özellikle de “ulusal sinemada İslâmî perspektifin yerleşmesi” ülküsüne adamış biri olarak perdede böyle parlak bir sonuç görmeyi artık o kadar çok istiyordum ki…

Ancak olmadı, yine olmadı.

İstanbul'u her yıl olduğu gibi bu yıl da kasvetli bir havaya büründüren 1 Mayıs günü, güneşli bir havada girdiğim sinema salonundan sağanak yağmur altında çıktığımda, güç bela bir taksi bulup evime ulaşana kadar hep bu kronik kifayetsizliğin nedenlerini düşündüm durdum.


'İSLÂM'IN MERHAMETÇİ YORUMU'NA İTİRAZIM YOK, AMA…


Televizyon dünyasından gelen genç yönetmen Cihan Taşkın, ilk uzun metrajlı sinema filmi “Kelebek”i kabaca şöyle bir dinî/politik önerme üzerine kurmuş:

İslâm'ın tarih boyunca ön plana çıkan iki başat yorumu olageldi. Bunlardan ilki, Kur'an-ı bir evrensel barış kitabı olarak gören ve en olgun tanımını da “şeriat”, “marifet”, “hakikat” katmanlarının üzerine kurulu Anadolu tasavvufunda -daha özelde Hz. Mevlânâ'nın öğretisinde- bulan bakış açısı… Diğeri ise İslâm'ın derunî dünyasına girişte yalnızca bir kabuk tabakası konumundaki “şeriat”ı esas alarak onda takılıp kalmış, altındaki asıl zenginliklere uzanabilecek aklî ya da ilmî çapı bulunmayanların ellerinde yükselen yüzeysel ve hoyrat yorum…

Bunlardan ilk yorumun çizdiği yola bağlı olanlar, amel ve muamelelerinde isteseler bile ikinciler kadar sıradanlaşamayacakları gibi, ikinci yorumun sahiplerinin kapasiteleri de diğerlerinin bilgeliğine erişmeye yetmez.

Yani, bir tür “medenî” ve “bedevî İslâm” ayrımı…

Din algısı ve benimsediği hayat tarzı benzer bir bakış açısı üzerine kurulu bir mü'min olarak, filmin bu ana tezine büyük bir gönül rahatlığı içinde “Başım üstüne” diyorum.

“Kelebek”i yazıp çeken dostlarım, eski zamanlardan örnek vermek gerekirse, Müslüman-Moğol hükümdarı Timurlenk'in fethettiği diyarlarda “insan kellelerinden kuleler diktiren” fütuhat anlayışına ya da aynı mantalitenin günümüzdeki en sivri örneği konumundaki Taliban hareketinin “İslâm, insanları iki cihanda huzura kavuşturmak için değil, insanlar İslâm'a hizmet için gönderilmiştir” yaklaşımına ne denli uzaklarsa, doğrusu ben de aynı ölçüde uzağım. Nitekim, geçmişte Sıddık Barak'ın “Üsame”si ve Marc Forster'ın “Uçurtma Avcısı” gibi, odağında Taliban dönemi Afganistanı'nın yer aldığı filmler için kaleme aldığım övgü dolu satırlar karşılığında, bu hareketi “İslâm'ın çağımızdaki en muhteşem yorumu” olarak gören kimi köşeli okurlarımla sıkı tartışmalara girmişliğim de hep söz konusu inancımdan dolayıdır.

Kur'an-ı Kerim, içine zerrece merhamet duygusu katılmamış mekanik bir ritüeller demeti ve zorbalığı kendine kılavuz edinmiş kesif bir köylülükle temsil edilemeyecek kadar çok boyutlu, çok katmanlı bir kutsal kitap… Eğer ki tarihin herhangi bir döneminde ya da dünyanın herhangi bir bölgesinde böyle nahoş bir manzara oluşmuşsa bu Kur'an'ın değil, onu savunanların kendilerini gözden geçirmelerini gerektiren bir garabet sayılmalı…

Taliban ve El-Kaide de tıpkı su fakiri çöllerde yalnızca dikenli mantarların yeşermesi gibi, filizlendikleri coğrafyanın -başka hiç bir düşünüş biçimine yaşama şansı tanımayan- acımasız koşulları nedeniyle ortaya çıkmış dönemsel hareketlerdir. Hâl böyle olunca, bunları sosyolojinin neden-sonuç yasalarına bağlı olarak palazlanan, ne geçmişte, ne bugün, ne de gelecekte İslâm'ın insanlık ailesi tarafından ittifakla benimsenmiş aslî yorumunu temsil etme hakkına sahip olamayacak marjinal örnekler kategorisinde görmek gerekir; kesinlikle daha yüksek bir pâye vererek değil…

Evinde yaşayan ve her tarafı tüy yapan yaramaz bir kediyi bile “Yaradan'dan ötürü” sevme pratiği kazanmış birinin (o kişi ben oluyorum) zaten başka türlü düşünebilmesi çok zor…

Bu noktaya kadar gönül rahatlığıyla uzlaştığım “Kelebek”, bundan sonrasında ise işin ayarını giderek kaçırıyor ve zaruret halinde Kur'anî bir seçenek (dahası, tartışılmaz bir farz) olan “silahlı cihad” olgusunu neredeyse külliyen yok sayan tuhaf bir yaklaşıma bürünüyor. İnsanoğlunun, esaslarını Kur'an adaletinden alan bir küresel barış düzenini inşâ etmesinin tek yolunun, ulaşılabilen her memlekette temiz yüzlü ve halim selim genç öğretmenler eliyle “maklube sofraları” kurmak, “ağabey-abla evleri” açmak ya da yoksul çocuklara İngilizce öğretmek olduğunu savunan bu karşı tezi ciddiye almak ise mümkün değil…

Yeryüzünün en halim selim insanları, Budist felsefenin yumuşacık öğretileri ve bu yumuşaklığı pekiştirip duran masalsı öyküler eşliğinde neredeyse pelteye dönmüş durumdaki Güney Asyalılar olmalı herhalde… Ancak, onlar bile Vietnam'a yönelik Amerikan işgali söz konusu olduğunda, anne-babaları, kardeşleri ve çoluk-çocuklarının ırzına geçildiğinde vaktiyle “kaleş”leri kapıp yırtıcı birer aslan kesilmişlerdi. 14 yıl boyunca Amerikan vandallarını Vietnam'ın tropik ormanlarında ciyak ciyak bağırttılar bizim o ufak tefek ve munis çekik gözlüler. Nihayetinde, takvimler 1975 yılını gösterdiğinde, Başkan Gerald Ford hazretleri de “Toplayın tası tarağı, gidiyoruz bu lanet ülkeden!” demek zorunda kalıyordu istilacılarına…

65 bin ölü Amerikan askerinin ve büyük bölümü sivil olmak üzere 2,5 milyon ölü Vietnamlının bedenlerinin üzerine dikilmiş bir bağımsızlık bayrağıydı bu… O savaş özelinde, böylesine kesin ve onurlu bir sonucu elde etmenin başka hiç bir yolu da yoktu.

Tıpkı 1920'lerin Anadolu'sunda, 1940'ların Endonezya'sında, 1965'lerin Cezayir'inde, 1990'ların Karabağ ve Azerbaycan'ında, özgürlük mücadeleleri halen devam eden Filipinler-Moro'da, Filistin'de, Çeçenistan'da ve nihayet an itibarıyla 3 milyon insanını Amerikan-İngiliz bombardımanlarında yitirmiş bulunan esir Irak'ta başka bir seçenek kalmadığı gibi…

İslâm'ın en tartışılmaz, en kesin emirlerinden biri durumundaki “cihad” kavramına böyle bir perspektiften baktığınızda, Taliban mensubu oğlunu Amerikan bombardımanlarında yitirmiş yaşlı Afgan annesinin filmde söylediği “Benim için ateşi yakan değil, oğlumu o ateşe atan suçludur!” cümlesi de bugüne kadar o cihad bilinci içinde şehit olmuş onbinlerce insanın hatırasına -en hafif ifadesiyle- saygısızlıktır.

İnsanların henüz tepelerine atılan bombalarla insanlıktan çıkmadıkları “sulh zamanları”na özgü bir fetih yöntemi konumundaki “pasifist tebliğciliği” ölçüsüz biçimde kutsayan bu yaklaşım, “Kelebek”in neredeyse her karesine özenle yedirilmiş durumda… Sözgelimi, en kritik diyaloglardan birinde, baş kahramanımızın Taliban mücahitliğine aday genç muhatabına (ikinci seçeneği tamamen hor görerek) sarf ettiği “Ya kalemi seçersin, ya da silahı!” cümlesi, şaşkınlık içinde izlediğim bu tavrın film boyunca varolan sayısız yansımalarından yalnızca bir tanesiydi.

İnsanlar, “hak din”i kitlelere tanıtabilmek için ömürleri boyunca -Gandhi'vari bir mücadele yöntemiyle- “kalem”i tercih etmişken, ülkelerinin işgal edilmesi, ailelerinin, yurttaşlarının, topraklarının ve o güne kadar kutsal bildikleri bütün değerlerin tehdit altına girmesiyle birlikte ansızın tavır değiştirip pekâlâ “silah”ı da seçebilirler. O saate kadar “kalem”i seçmekte herhangi bir tuhaflık olmadığı gibi, o saatten sonra “silah”ı kapıp dağa çıkmanın da mantıksız bir yönü yok. Dahası, dediğim gibi bu bir “farz”…


GERÇEKTEN EMİN MİSİNİZ? SON KARARINIZ MI?


“Kelebek”in, -en azından benim gibi düşünenler açısından- en rahatsız edici yönlerinden biri de Amerikan derin devletinin “11 Eylül 2001 saldırıları”na yönelik olarak son 8 yıldır dünya kamuoyuna belletmeye çalıştığı resmî tarih tezlerini, en küçük bir kuşku kırıntısına bile yaşama şansı tanımaksızın kayıtsız şartsız kabul etmesi oldu. Pekiyi, ne diyor o resmî tarih?

11 Eylül 2001 günü, ABD'nin farklı havalimanlarında iç hat uçuşları yapan dört yolcu uçağı Müslüman teröristler tarafından kaçırıldı. Bunlardan ikisi New York'taki Dünya Ticaret Merkezi kulelerine çarptırılırken, üçüncü de Savunma Bakanlığı binasının üzerine (Pentagon) düşürüldü. Kaçırılan dördüncü uçak ise herhangi bir yere çarpma fırsatını bulamadan yolcuların “kahramanca mücadelesi” sonucunda Shanksville-Pennsylvania'daki boş bir araziye düşürüldü ve korsanlar dahil içindeki herkes öldü.

İlk günlerde, okuduğunuz satırların yazarı da dahil, yeryüzünde yaşayan her insan evladı bu trajik senaryoya tartışmasız biçimde inanmıştı. Aramızdan bazıları işi daha da ilerilere götürerek, fotoğrafları medyada aylarca teşhir edilen bol “Muhammed”li fail listesine öfkeyle bakarken, ağız dolusu küfür ve beddua seansları düzenlemiştik.

Ancak, aradan geçen yıllarda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan yeni belgeler, bilgiler, tanıklıklar, alternatif video kayıtları ve ilk anda önümüze sürülen senaryoda sonradan yakalanan bir sürü ciddi tutarsızlık gösterdi ki kazın ayağı pek de sanıldığı gibi değil; bu meselenin içinde daha başka işler var. Burada yerim dar; ancak zahmet edip de (internetten ücretsiz olarak indirilen) “Zeitgeist” adlı tüyler ürpertici belgeseli izlerseniz, 11 Eylül faciası üzerine dudağınızı uçuklatacak nitelikte bilgilerle karşılaşırsınız. Ki bu şok edici bilgileri bizlere sunan da Taliban mücahitleri falan değil, adı-sanı belli Amerikalı yapımcılar...

Günümüzde artık Amerikan halkının bile yüzde 25'i, “9/11” olayının FBI'ın dikte ettirdiği senaryodaki gibi gerçekleşmediğini kabul eden bir bilinç düzeyine ulaşmışken, Türkiye'deki kimi “şuurlu” sinemacıların ise üç Müslüman ülkenin fiili işgalini (Filistin, Afganistan, Irak) ve ikisinin de işgal hesaplarını (Suriye ve İran) meşrulaştıran, aralarında bir sürü Müslüman liderin yer aldığı toplam 3 milyon kişinin katlini “dünyanın selameti için zorunlu bir temizlik hareketi” görünümüne sokan bu tartışmalı olayı salya sümük bir “Affet bizi ey Amerika!” feryadına dönüştürmesini, bazıları hiç kusura bakmasınlar, fakat benim midem kaldırmıyor.

Hadi diyelim ki “Zeitgeist” gibi yapımları komplo teorisyenliği noktasında fazlaca ileri gitmiş ve provokatif buldunuz; o durumda Michael Moore'un Amerikan resmî tezine çok daha yakın bir tutum benimseyen, Cannes 'da Altın Palmiye kazanmış “Fahrenheit 9/11”ini izlemeniz bile tarihin akışını değiştiren bu büyük terör olayındaki yüzlerce karanlık noktayı görmeniz için yeterli gelecektir.

New York caddelerinde dolanan orta zekâlı bir Amerikalı bugünlerde kendi kendine “11 Eylül'de tam olarak ne oldu” sorularını sorarken, “Kelebek” ise bu tür bir kuşkuculuğu gönül rahatlığıyla eleştiriyor; hattâ jenerik öncesindeki son sahnesinde yaptığı gibi bir de “tefe koyuyor”. Savunulan tez çok açık: “Ey Müslümanlar, 11 Eylül'de ABD'ye ve insanlığa karşı işlediğimiz suça kılıflar aramayı bırakıp derhal nedamet getirelim!”

Nedamet mi getirelim, hay hay! Pentagon, içine rasgele açılarla yolcu uçağı girmiş iki gökdelenin, yanısıra da olayla hiç bir ilgisi bulunmayan hemen yakınlardaki üçüncü bir binanın kendi temellerine doğru o kusursuzluktaki çöküşlerini, çöküş sırasında binaların denge sağlayıcı noktalarında gözlemlenen seri patlamaları ve olaydan sonra enkazda bulunan uçları güzelce kesilip zayıflatılmış kiriş başlangıçlarını açıklasın; ben de hiç zaman yitirmeden nedamet getireceğim!


1970'LERİN “MİLLÎ SİNEMA” DİLİNE DÖNÜŞ

Öte yandan, elbette ki farkındayım; “Kelebek”in biçimsel yönlerinden ziyade içeriğine dönük bir eleştiri yazısı oldu bu… Ancak, 146 dakika süren böylesine yorucu bir deneyimin biçimsel özelliklerine ilişkin olarak söyleyebileceğim çok fazla bir şey de yok. Perdede, 1970'li yılların “millî sinema” akımı filmlerine benzeyen abartılı bir teatrallikten daha fazlasını göremediğim için, üstüne uzun uzadıya konuşmaya mecalim kalmadı doğrusu… Tiradını atmak için kamera önünde -simetrik duruşlarla- sıralarını bekleyen oyuncular, “iyi çocuklar”ın yusuf yüzlü ve munis, “kötü çocuklar”ın ise sert bakışlı, agresif ve sürmeli gözlü olarak tasvir edildiği şablon tipolojiler, neredeyse tek bir dramatik gelişmenin bile aksiyonla, sinema sanatına özgü görsel karşılıklarla ifade edil(e)mediği, öyküsüne ilişkin her sırrını (tıpkı bir kaç ay öncesinin yutulması zor demir leblebisi “Dinle Neyden” gibi) bitmez tükenmez monolog ve diyaloglarla ortaya seren drama yoksunu bir akış… Teknik ekibinin televizyon filmleri çekme alışkanlığından olsa gerek, her sahnede gerekli gereksiz bir “24” dizisi havası estiren illet edici kamera titretmeleri… Ve nihayet, ilk filmini çeken bir Türk yönetmeninin bu çabasına verdiği iyi niyetli destekle gönlümüzü bir kez daha fetheden uluslararası Müslüman yıldız Hasan Mesud'un, bir sağa bir sola kaydırma yapan kamera hareketleriyle sıkıcılığı dağıtılmaya çalışılmış uzun tasavvufî vaazları…

Artık bütünüyle aştığımızı sandığım arkaik bir sinema dilinin 2009'un Türkiye'sinde olanca görkemiyle (!) yeniden karşıma dikildiğini görünce resmen nutkum tutuldu; o yüzdendir ki “Böyle bir mekân kullanımı için ABD'ye ya da Afganistan'a gitmeye ne gerek vardı, bu sahnelerin tamamı İstanbul'un varoşlarında rahatlıkla çekilirdi” şeklindeki teknik bir tartışmayı da filme gideceklere bırakıyorum.

İlle de “Kelebek” hakkında güzel bir şey mi duymak istiyorsunuz?

Hedefine isabet kaydedememiş olan bu sinemasal çabada az da olsa güzel şeyler var elbette… Luis Bunuel'in dediği gibi, “En yetersiz filmde bile izlenmeye değer bir kaç dakika bulunur.”

Öykünün bir yerinde, önüne dikkatlice bakmadan koşturduğu için Taliban komutanına çarpan bir çocuk, onun tarafından sertçe azarlanıyor ve ceza olarak kulağından çekiştirilerek sürükleniyor. Sonraki sahnelerden birinde ise aynı çocuğun bu kez yardım merkezinin avlusunda Türk kahramanla çarpıştığını görüyoruz. Ancak o, Afgan çocuğun bu dikkatsizce hareketini, hoyratlığı ve zalimliği hayat tarzına dönüştürmüş olan komutan gibi karşılamıyor, ufaklığı güler yüzlü bir hoşgörüyle uyarıp yolluyor. Müslümanlığı tasavvufî bir perspektiften görüp öyle yaşamanın doğurduğu bir davranış modeli olarak, yerli yerinde ve yerine yakışmış bir göndermeydi bu…

Dahası fazlasını isteyenlere ise verecek bir cevabım yok. Çünkü ben “Kelebek”te cidden daha fazlasını bulamadım.

Sinema yazarlığının öteden beri en sevmediğim tarafı da bu ne yazık ki… “Aman ha, kimse bana kızıp gücenmesin” dediğinizde meslekî ehliyetinizi, mesleğin namus ve şerefine uygun davrandığınızda da dostlarınızı kaybediyorsunuz.

Ancak, benim böylesine sevimsiz bir durumda fazlaca seçeneğim yok; rızkımı kazandığım bu işi lâyıkıyla yapmak durumundayım.


15 yıl önce