|

'Pamuğum' diyerek sevdiğin küçük kızın NASIL CAN DÜŞMANINA DÖNÜŞEBİLİR?

İsmail Güneş'in yönetmenlikte 25 yılı geride bıraktığı günlerde gösterime giren yeni çalışması 'Ateşin Düştüğü Yer'in, zaman zaman bu sayfada ideolojik yönelimlerine sempati duyduğumuz kimi filmler ve yönetmenlerine yapageldiğimiz türden 'dost işi kayırmalar'a zerrece ihtiyacı yok. Çünkü, görüntü yönetiminden oyunculuklarına, senaryosundan müziklerine ve hattâ jeneriğine kadar her cephesiyle son derece 'sağlam' bir yapıt bu... Güneş'in çeyrek yüzyılda toplam 10 filmden oluşan filmografisinin de tartışmasız en iyisi ve tam anlamıyla bir 'olgunluk dönemi ürünü'...

Ali Murat Güven
00:00 - 4/05/2012 Cuma
Güncelleme: 02:51 - 5/05/2012 Cumartesi
Yeni Şafak
'Pamuğum' diyerek sevdiğin küçük kızın NASIL CAN D
'Pamuğum' diyerek sevdiğin küçük kızın NASIL CAN D
alimuratg@yahoo.com

ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2011, Türkiye yapımı
Türü ve Süresi:
(“Töre cinayeti” odaklı)
duygusal drama, 105 dakika
Bütçesi:
900.000 TL
Çekim Formatı:
Dijital HD video
(RED kamera sistemi)
Gösterim Formatı:
35 mm standart sinema filmi
Perdedeki Resim Oranı:
2.35:1
(Genişperde/Widescreen)
Türkiye'de Gösterime Sunulan Kopya Sayısı:
50
Yönetmen:
İsmail Güneş
Yapımcılar:
Baran Seyhan, Aynur Güneş
Senarist:
İsmail Güneş
Görüntü Yönetmeni:
Ercan Yılmaz
Kurgucu:
Mevlüt Koçak
Özgün Müzik Bestecisi:
Sâki Çimen
Final Türküsü Yorumcusu:
Ender Balkır
Sanat Yönetmeni:
Ayhan Cem Mutlu
Ses Kayıt Teknisyeni:
Bülent Kılıç
Ses Miksaj Teknisyeni:
Cem Üner
Yapım Sorumluları:
Gürkan Kılınç, Burak Girgin
Set Amiri:
Sadun Demirkapu
Oyuncuları:
Hakan Karahan, Elifcan Ongurlar, Yeşim Ceren Bozoğlu, Abdullah Şekeroğlu, Katharina Weithaler, Dean Baykan, Serhan Süsler, Oğuzhan Şekeroğlu, Özlem Balcı, Levent Yılmaz, Muammer Şahin, Selin Kozan, Sait Şengel, İsmail Uzunoğlu, Ozan Göksu Sayın
Yapımcı Şirketler:
İGF ve Sarmaşık Sanatlar ortaklığıyla
Dağıtıcı Şirket:
Pinema Filmcilik
İçerik Uyarıları:
Her yaş grubundan izleyici için uygundur. Fakat, ilköğretim çağındaki izleyicilerin erişkin bir refakatçı eşliğinde izlemeleri önerilir.
Ailece izlenebilir mi?
EVET
Filmin Yeni Şafak-Sinema Puanı:
(4 yıldız üzerinden)
* * * 1/2
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:

:::::::::::::::::::::::::::::::

FİLMİN KONUSU:
Muğla
'nın
Fethiye
ilçesindeki portakal bahçelerinde mevsimlik işçi olarak çalışan beş çocuk babası
Osman
ve eşi
Hatice
, ansızın rahatsızlanan
17
yaşındaki kızları
Ayşe
'yi hastaneye kaldırırlar. Yapılan tetkiklerden sonra
Ayşe
'nin kalbinde önemli bir sorun olduğu anlaşılır; bunun üzerine yoksul anne-baba kızlarını yaşatmak için çırpınmaya başlar. Fakat, kahramanlarımız aynı tetkikler sırasında kızlarının hamile kaldığını öğrenince yıkılacaklardır. Töre gereği
Ayşe
'nin öldürülmesi gerekmektedir. Böylece, daha bir gün öncesine kadar kızlarını sağlığına kavuşturabilmek için mücadele eden aile, şimdi de onu yok etmek için planlar yapmaya girişir.

:::::::::::::::::::::::::::::::

“Ateşin Düştüğü Yer”
i izledikten sonra,
2011-Antalya Altın Portakal Film Festivali
'nin
(tamamı kadın sinemacılardan oluşan)
9
kişilik
Ön Seçici Kurulu
'nun, o yılki ana teması
“kadın ve kadına yönelik şiddet”
olan bir festivalin hemen öncesinde, tastamam aynı temanın çevresinde dönen böyle bir filme neden
“100 üzerinden toplam 1 puan verdiklerini”
şimdi çok daha iyi anlamış bulunuyorum.
Özel hayatlarında
“esneme payı”
nı büsbütün sıfırlamış, karşısındakilerle empati kurmayı unutmuş, ülkemize özgü diğer pek çok hassas toplumsal mesele gibi
“namus cinayetleri”
nde de huzurlarına kesin ve keskin çizgilerle belirlenmiş bir
“mutlak iyiler/mutlak kötüler”
karşıtlığı çıkarılmazsa asla rahat edemeyecek olanların kolay kolay beğenebileceği türden bir hikâye değil
“Ateşin Düştüğü Yer”
Film, öncelikle
“iyilik ya da kötülük”
ten değil
“merhamet”
ten söz ediyor ki kişinin yaradılıştan gelme bu aslî duygusu pençesine düştüğü ideolojik körlükten dolayı bir kez örselenmişse, onu yeniden
“merhamet”
dairesinin içine çekebilmek oldukça zordur. Dahası, hayatın tamamını
sınıflar arası sert bir çatışma alanı
olarak algılayan
“sosyalizm”
e göbeğinden bağlı bir ideoloji olarak, kadın ve erkek cinslerinin arasında da kıyamete kadar sürecek bir
çatışma
olduğunu, adına
“zafer”
denilen durumun ancak ve ancak
kadın cinsinin erkek cinsi üzerinde güçlü bir hegemonya kurmasıyla elde edebileceğini
varsayan
“militan bir feminizm”
in öfkesine devâ olabilecek türden bir insanî refleks değil
merhamet
O yüzden,
İsmail Güneş
'in yazıp yönettiği bu filmi izlerken,
“Bazılarını ideolojik çizgi itibarıyla gayet yakından tanıdığım ön jüri üyeleri kendileri açısından en doğru kararı vermişler. Çünkü, bu filme geçit verilseydi, Antalya'daki nihai değerlendirmede kesin olarak yarışmanın birincisi olurdu”
diye düşündüm.
“Ateşin Düştüğü Yer”
in odağında tartışma götürmez bir kötülük var; o da
17
yaşındaki gencecik bir köylü kızını, namusa ilişkin törelerin bu kadar baskın ve belirleyici olduğu bir ülkede
nikâhsız
olarak hamile bırakıp, sonrasında da ne idüğü belirsiz bir kaçak işçilik serüveninin peşine takılıp uzaklara gitmek…
Ancak, hikâye, bu kötülüğün
“fail”
i de dahil istisnasız bütün karakterlerine karşı Türk sinema tarihinde görülmemiş düzeyde bir
merhametin
, insana yaraşır nitelikte
soylu bir bakışın
izini sürüyor.
Güneş
'in filminde, sinema izleyicilerinin gözlerinin yıllar yılı alıştırıldığı türden bir tek
“grotesk”
kötü dahi yok. Ne çocukça bir duygusallık içinde sevdiği gence hayatta verebileceği yegâne armağanı,
bedenini
sunan ve bunun sonucunda da ondan hamile kalan
Ayşe
kötü biri, ne de onu hamile bırakıp kaçak işçi simsarlarının köhne gemilerine binerek
Yunanistan
'a iltica etmeye çalışan sevdiceği
Deniz
… Çünkü,
serme bölümü
gelip geçtikten sonra içimiz acıyarak fark ediyoruz ki aslında
Deniz
'in de öyle çok ince, şeytânî hesapları yoktur bu hayatta… Belki de gelecekte evlenmeyi düşündüğü bu küçük kızın ve karnındaki bebeğin istikbâli için savurmuştur kendisini
Ege
'nin azgın sularına…
Aynı şekilde, zâhirî bir cehaletin ardında kendine özgü bir bilgeliği sürekli muhafaza eden baba
Osman
ve vaziyeti öğrenince gözleri günlerce ağlamaktan dolayı kan çanağına dönen,
“lanetli kızına”
vedâ ederken çevreye boş bakışlar atıp duran anne
Hatice
de genetik kodlarında
“profesyonel katillik”
mesleği kayıtlı birer câni falan değildir.
Dahası, yalnızca onlar mı
iyi
bu filmde? İnsana özgü, kal-û beladan gelen bir saflığın, fıtrî bir masumiyetin izleri hastane önünde elini cebine atıp yeşil gözlü
“pamuk yigeni”
nin sağlığına kavuşması için gariban biraderine gözünü kırpmadan bir tomar para veren munîs amcada, hattâ ve hattâ
“büyük yargılama”
için kalkıp
Elazığ
'dan
Fethiye
'ye gelen diğer akrabalarda bile aynı merhametin tezahürleri hissedilir zaman zaman…
Velhasıl, bu filmin
“kötü”
sü,
Yüce Allah
'ın pür-i pak yarattığı insanlar değil, onları yüzlerce yıldır
(vak'anın mahiyetine alıcı gözüyle bakmaksızın)
her durumda mutlaka tek bir şablon üzerinden ilerleyip, asla değişmeyecek türden kararlar almaya zorlayan
feodal bir değerler sistemi
, ya da yaygın adıyla
“töre”
Aslına bakarsanız,
Güneş
“töre”
yi bile büsbütün dışlayıp değersizleştirmiyor yazıp yönettiği bu yürek burucu hikâyede… Oysa, böyle bir kestirip atma,
Anadolu
'ya ilişkin her türlü imge ve simgeden ölesiye nefret eden militan feminist söylemin temsilcilerini beyazperdenin karşısında
kestirme yoldan tavlama
adına son derece faydalı olabilirdi. Fakat, yönetmenin kendisi de
(
Doğu
'su,
Güney
'i ya da
Orta
'sından olmasa bile
Kuzey
'inden)
Samsunlu
bir
Anadolu çocuğu
kimliğiyle,
“metropolize”
oluşundan itibaren böyle bir değerler sistemine sahip bulunmayan, katı bir ferdiyetçiliği nicedir hayatının sultanı ilân ettiği büyük kentlerde
"her koyunun kendi bacağından asılması gerektiği"
fikrine fena alıştırılmış
Batı
insanına,
“Bak hemşehrim, senin apartmanındaki komşun yıllarca iyi ya da kötü hiçbir gününde kapını çalmazken; öldüğünde cesedin ancak günler sonra, o da yaydığı kokudan dolayı bulunup evinden polis ve belediye marifetiyle çıkartılırken, uzaklarda yaşayan bazı 'ilkel' insanlar ise o beğenmediğin töreler nedeniyle, akrabaları en küçük bir musibet yaşadığında hiç üfleyip püflemeden derhal toplaşıp yakınlarının yardımına koşabiliyorlar”
mesajını vermekte…
Pekiyi, aleyhinde bunca yaygara yapılıyorken,
töre
hakkındaki böyle bir
karşı-tez
doğru mudur? Evet, dibine kadar doğrudur. Bütün bir hayat deneyimlerimle
(sözgelimi, geçtiğimiz yıllardaki bir
Ramazan ayında
, iftar saati geldiğinde çocuklarımın önüne koyacak bir lokma ekmek bulmakta güçlük çekişimle)
gayet iyi biliyorum. Bizim gibi
“şeğerliler”
kanser olup son nefesini vermek üzere hastane yatağına iki seksen uzansa, en yakın akrabalarımızın bile ancak ölümümüzden sonra durumdan haberi olur; onların da en fazla iki-üç tanesi cenazemize gelir. Çünkü
“şehrin insanı”
her zaman çok meşgûldür,
Tophane
'de nargile içip vatanı kurtarmaktan
Tarkovski
ve
Mecidî
sinemaları arasındaki mistik benzeşmelerin tartışıldığı ultra-entel panelleri takip etmeye kadar yapacak bir sürü önemli işi vardır. Fakat, aynı şehrin inşaatlarında günde
80 lira
yevmiyeye amelelik yapan ilkokulu bitirememiş bir
Kürt
işçisinin hafiften başı ağrısa, ertesi gün
Ağrı
'dan
İstanbul
'a iki otobüs dolusu ilkokulu bitirememiş adam ve kadın -memleketlerindeki bütün işlerini güçlerini bırakıp-
“geçmiş olsun”
a gelirler.
Bu gerçeği iyi bilen bir
Anadolu yurttaşı
olarak,
töreye
yönelik eleştirilerini de filminin hiçbir karesinde
“sosyolojik açıdan saçmalama”
,
“töre bağlılarına kör nefretler saçma”
noktasına tırmanmadan, hayranlık uyandırıcı bir soğukkanlılıkla yapıyor sevgili
Güneş
… Ki çok da iyi yapıyor, çünkü sinemasını sevdiğim ve bu yoldaki çabalarını
(bazı ultra-entel yoldaşlarımın yazılarında şahsıma
“yuh”
çekmesi pahasına)
belli ölçüde desteklediğim bir adam olan
Mahsun Kırmızıgül
de dahil olmak üzere ülkemizin edebiyat, sinema ve televizyonculuğunda elini son
30-40
yıldır söz konusu meseleye atmış/atan istisnasız bütün anlatıcılar şu
töre
ve
aşiret
meselesinin gerçek anlamda,
hakkaniyetli bir sosyolojik izahını
yapmak yerine, yine büyük şehirlere çöreklenmiş, sahici dünyadan tamamen habersiz bir takım sığ bakışlı değerlendirme odaklarına şirin gözükebilmek kaygısıyla sık sık kestirme yola sapıp, çığırtkan bir
“barbar Doğulular”
edebiyatı ile durumu kendilerince kurtarmaktalar…
Bu açıdan bakıldığında,
“Ateşin Düştüğü Yer”
, töre gibi hassas bir konu başlığı üzerine konuşmaya cüret eden Türk filmleri arasında
gelmiş geçmiş en sağduyulu, en dengeli ilerleyen örnek
olarak dikkati çekiyor hiç kuşkusuz… Film,
“Bu değerler sistemi A'dan Z'ye sakattır, ilkeldir, köhnedir”
demiyor, olsa olsa
“Düzeltilmesi gereken sakat tarafları var”
diyor. En önemlisi de
“Bu değerler sisteminin o sakat taraflarının dinle imânla hiç bir ilgisi yoktur”
diyor ki bana göre böyle bir yaklaşım
“Ateşin Düştüğü Yer”
in saygıya değer erdemlerinden bir diğeri…
İslâm
, diğer her türlü fıkıh esasını bir kenara bırakalım, doğru düzgün savunması alınmamış, kendisine
“neden ve nasıl”
soruları sorulmamış hiçbir zanlının bu şekilde vahşice infazına cevap vermez. Kaldı ki
“zinâ”
eylemi söz konusu olduğunda
evli
ile
bekârın
hükmü de birbirinden farklı değil midir?

BİRBİRİNDEN USTALIKLI RESİM ÇERÇEVELERİ

Öte yandan,
Anadolu
insanının davranışlarının kültürel kökenlerini onlarla
empati
kurmaya çalışmaktan bir an bile vazgeçmeyerek, büyük bir
sükûnet
ve
edeple
okuma yönündeki bu takdire şâyan çabasının yanı sıra, filmin
yüksek sinemasal değerine
yönelik olarak da bazı şeyler söylemem gerek…
Sektöre
1977
'de rahmetli
Natuk Baytan
'ın asistanlığıyla giren
İsmail Güneş
,
Yeşilçam
'ın özellikle
1970
'lerine rakipsiz bir
“görüntüleme ustası”
olarak damgasını vurmuş bu büyük yönetmenin setlerinde
kamera
ve
ışık
üzerine zengin tecrübeler kazanmıştı. Nitekim,
Baytan
'ın yanında elde ettiği -
“biçim”
e,
“film dili”
ne ilişkin- o önemli tecrübeleri de
1986
'daki ilk yapıtı
“Gün Doğmadan”
dan başlayarak her çalışmasında şu ya da bu oranda beyazperdeye yansıttı.
Her ne kadar kendisi bu tür kategorizasyonları pek sevmese de benim gibi bazı
“aşırı politize olmuş”
gözlemcilerin en azından bir bölümünü
“beyaz sinema”
hareketi kapsamında değerlendirdikleri geçmiş dönem yapıtları
(
“Çizme”, “Beşinci Boyut”, “The İmam”
)
, aynı zamanda ulusal sinemamızın bünyesinde
40
küsur yıldır kendi dar koşulları eşliğinde ilerleyen bu akımın
(rahmetli
Yücel Çakmaklı
ustanın filmleri de dahil)
“resim kalitesi”
açısından en yetkin örneklerini oluşturur.
Güneş
'in daha ilk filminden itibaren politik açıdan yakın göründüğü meslektaşlarına açık ara fark atan bu yüksek
çerçeveleme
,
ışıklandırma
ve
kamera hareketleri
bilgisi, filmlerine egemen olan
görsel şıklık
, son işinde de hem
görüntü
hem
ses kalitesi
açısından kendi zirvesine ulaşmış bulunuyor.
Öyle ki
“Ateşin Düştüğü Yer”
in giriş bölümünde yer aldığını gördüğümüz, bahçede başlayıp yine bahçede sona eren, arada da ev içinde dakikalarca akıp giden o
“tek plan çekim”
in sinemamızda bir benzerine daha rastlamak gerçekten çok zor… Tek planda anlatım deyince
Nuri Bilge Ceylan
ya da
Semih Kaplanoğlu
'nun kamerayı fiksleyip kadrın içindeki objeleri hareket ettirdikleri
durağan tek planlardan
söz etmiyorum sizlere;
steadycam
operatörünün kollarında fıldır fıldır dolanırken bunu ne
mekanik
ne de
dramatik
en küçük bir hatayla bile gölgelemeyen
harika bir tek planlı anlatım
burada söz konusu olan…
Hele de bahçede sırtına bir battaniye atmış, endişeli gözlerle kaderinin çizilmesini bekleyen
Ayşe
'nin yüzünden başlayıp evin içindeki
“aile meclisi”
üyelerine doğru gerisin geriye şaryo yapan bir diğer plan var ki sırf bu kısacık bölüm bile filmi görsel açıdan
ulusal sinemamızda son 10 yılın en iyilerinden biri
ilân etmeye yeterli gelir.
Güneş
'in ne istediğini çok iyi bilen kadraj tanımlamaları, görüntü yönetmeni
Ercan Yılmaz
ve ekibinin bu isteklerin karşılığını mutlak bir başarıyla veren titiz işçiliğiyle birleşince,
105 dakika
boyunca bir tek
manevra
,
kadraj
ya da
odak hatası
içermeyen tablo gibi bir anlatı ortaya çıkmış. Yılların kurgu ustası
Mevlüt Koçak
'a da
(ki kendisi
Güneş
sinemasının gediklilerindendir, âmiyâne tabirle
“yönetmenin ciğerini bilir”
)
bu
tertemiz resimleri
keyifle birbirine bağlamak kalmış.
Öte yandan,
müziğin
, alabildiğine
ekonomik
, fakat o oranda
doğru kullanımı
da estetik çıtanın yüksekliğini pekiştiren bir başka kayda değer unsur… Kimi yönetmenlerin ellerinde
(ki burada, kendisini kızdırmak pahasına bir kez daha sevgili
Mahsun
'u örnek vermek gerekiyor)
önemli bir
açık kapama silahına
dönüşen, yerli yersiz her sahnede görüntünün üzerine olanca haşmetiyle
abanan
orkestral bir müzik yok
“Ateşin Düştüğü Yer”
de… Tıpkı filmin kendisi gibi müzik de alabildiğine
minimalist
. Bağırıp çağırmadan, yalnızca yeri geldiğinde
söz alıyor
; fakat konuştuğunda da o bölümleri insanın göz pınarlarını hareketlendiren bir duygusallıkla beziyor.

OYUNCULUKTA VE OYUNCU YÖNETİMİNDE BİR “BEYAZ SİNEMA” ZİRVESİ

Şimdi yapacağım saptamayı ise hiç kuşkusuz ki ancak
filmi bizzat izleyenler
doğrulayabilecektir.
Bir sinemasal hikâyede, sayıları iki düzine dolayındaki irili ufaklı oyuncu topluluğunun bir tek mensubu bile falso vermez mi be kardeşim? Bir tek oyuncuda, hadi diyaloglu rolleri de geçtim, figüranında olsun
dramatik bir defo
olmaz mı?
Özellikle bizim sinemamız için inanılmaz bir sonuç
(ki
17
milyon dolarlık
“Fetih-1453”
ün bile pek çok sahnesinde rastlamışızdır böylesi döküntü yardımcı oyunculuk gösterilerine)
; fakat bu filmin kadrosunda sözünü ettiğim türden bir aksama kesinlikle yok. Tam aksine, en vitrindekinden birkaç cümle sarfedip geçen figürasyonuna kadar istisnasız herkes son derece
başarılı
oyunlar veriyor.
“Oyun”
söz konusu olduğunda, çaresiz anne
Hatice
'yi canlandıran
(genç kuşak aktristlerimizin en iyilerinden biri olarak gördüğüm)
Yeşim Ceren Bozoğlu
, baba
Osman
rolündeki
Hakan Karahan
ve yönetmenin yüzlerce aday arasından kılı kırk yararak seçtiği İzmirli lise öğrencisi
Elifcan Ongurlar
doğal olarak
ilk 3
'ün kupalarını alacağı bir kürsünün adayı durumundalar… Hele de
Elifcan
'ın hayatındaki ilk kamera önü tecrübesinde ortaya koyduğu performans gerçekten dudak ısırtıcı… Fakat, bu üçü arasından ille de bir
“birinci”
seçmem gerekirse, rolünü kalbiyle oynamış
Hakan Karahan
'ı bir basamak daha yukarıda tutmak gerektiğini düşünüyorum. Adam, filmi birlikte izlediğim yarım salon dolusu izleyici ile birlikte benim de duygularımı altüst etti, kızıyla yan yana
Konya
'ya doğru yaptıkları yolculukta onunla birlikte gerim gerim gerilmekten resmen yorgun düştüm. Eski bir banka yöneticisi olduğunu öğrendiğim
Karahan
, günün birinde sinemaya sevdalanmış ve bu uğurda parlak bir
işletme/iktisat kariyerini
tam orta yerinde bırakarak
sinema-TV-tiyatro alanına
yönelmiş. Böyle bir karar kendisi açısından hayırlı olmuş mu bilemem; fakat biz sinemaseverler için onun gibi esaslı bir aktörle tanışmanın çok hayırlı olduğu ise kesin!
Kur'an-ı Kerim
'in
Tekvîr Sûresi
'nde -bir cahiliye dönemi vahşeti olan-
“kız evlatları diri diri toprağa gömme alışkanlığı”
nın lanetlendiği
âyet-î kerime
ile açılan filmin jeneriğinde, yine bir
İsmail Güneş geleneği
göze çarpıyor ve filmin
3
yıl önce yitirdiğimiz değerli gazeteci, yazar, senarist
Ömer Lütfi Mete
'ye ithaf edildiğini görüyoruz.
Güneş
'in geçmişteki pek çok dizi ve sinema filminin senaryosunda imzası bulunan
Mete
böyle dostça, kardeşçe bir ithafı ziyadesiyle hak ediyor hiç kuşkusuz… Ki sektörde vefâsıyla tanınan
Güneş
, günümüzden ta
26
yıl önce çektiği ilk sinema filmi
“Gün Doğmadan”
ı da
“Ustam Natuk Baytan'a”
cümlesiyle açarak, bu tür zarif girişleri
Türk sinema tarihinde başlatan yönetmen
olarak tanınıyor.
Aynı şekilde, çömez bir sinemacının dramatik yapıyı güçlendirmek adına sık sık başvurabileceği ucuz ve kolay bir silaha bu filmde hiç başvurulmaması da hem ilginç, hem de alkışlanası… Kasvetli bir durumun orta yerinde şeytan ile cebelleşip duran bütün bu kahramanlar bir tek karede bile
“sigara içmiyorlar”
. Ki bunun da tesadüf değil, yönetmenin bilinçli bir tercihi olduğunu, filmin bitiş jeneriğinde yer alan
“Bu filmde hiç sigara kullanılmamıştır”
ibaresinden anlıyoruz.

'MÜSLÜMANLAR İNCELİKLİ SANATTAN ANLAMAZ' HA!

Maskeler takarak yaşamadığım için, beni bilenler gayet iyi bilirler. İmânî açıdan kendimi yakın hissettiğim bütün sanatçılara gerek
özel hayatımda
, gerekse
sayfamda
diğerlerine göre iki dirhem daha fazla şans tanırım; yazılarımda ve konuşmalarımda onların yapıtlarındaki ufak tefek kusurları bilerek-isteyerek görmezden gelirim. Kürtçüsünden Marksistine, İslâmcısından Milliyetçisine, sinema üzerine kalem oynatan istisnasız herkesin
en üst düzeyde tarafgir olmalarına
rağmen insanı kahkahalarla güldüren bir
“tarafsızlık oyunu”
oynayıp durdukları böylesine ikiyüzlü bir sanat piyasasında, farklı kişiler ve durumlara göre girdiğim ideolojik konumlanmaların son derece doğru,
hakkaniyete uygun
birer tercih olduğuna inanıyorum.
Bu anlamda,
İsmail Güneş
'in
kişiliği
ve
sinemasına
da son derece yakın bir adamım. Ancak, altını çizerek belirteyim ki, en azından bu kez, yani
“Ateşin Düştüğü Yer”
in benim pozitif ayrımcılık yapmama, kendisinin abartılı bir şekilde kayırılmasına hiç mi hiç ihtiyacı yok. Çünkü, kimsecikler iltifat etmese de taltifini
Cenab-ı Allah
'tan çoktan almış, zaman içinde
Türk sinema tarihindeki saygın yerini
de mutlaka elde edecek olan nefis bir film bu…
Güneş
'in şimdiye kadarki
en iyi
anlatısı ve tam bir
olgunluk dönemi ürünü
Bütçesi
bir milyon Lira
'ya bile ulaşamayan
(Sözgelimi,
“Kutsal Damacana”
filmlerinin her birinin bütçesi
2 buçuk milyon Lira
'dır)
izleyenler,
“Müslüman adamdan/kadından sanatçı çıkmaz, onlar cami avlusunda misvak ve mızraklı ilmihal satsınlar, sanatta inceltilmiş bir bakış ve düşünsel bir derinlik ancak ve ancak solcuların işidir, bu onlara daha yaradılışta bahşedilmiş çok özel bir yetenektir”
diye orada burada zart zurt edenlerin bu tezinin nasıl da
fos
çıktığını, Müslüman sanatçıların yegâne sorununun
“sermaye çevreleri ve izleyici tarafından yeterince sahiplenilmemek”
olduğunu acı bir şekilde görecekler. Hattâ, o kadar acı bir şekilde görecekler ki bu filmin yönetmen imzasında
Güneş
'in değil sosyalist kesimden bir sanatçının adının bulunması durumunda şimdiye kadar
(bırak bir yıl boyunca gösterim yapacak salon beklemeyi)
aynı zaman dilim içinde
bir düzine ödül almasının
işten bile olmayacağını da aslanlar gibi fark edecekler hiç kuşkusuz…
Önceki hafta kendisine bir
Fatiha
okumak üzere
New York
taşrasındaki mütevazı mezarını ziyaret ettiğim büyük Afro-Amerikalı mücahit
Malcolm X
ne demişti bundan
50
yıl önceki bir röportajında:
“Ben zaten “Müslümanlığı seçtiğim gün -bu dünyanın değer yargılarına göre- çoktan ölmüş bir adamım. O yüzden, ölümden hiç korkmuyorum.”
Aynı şekilde,
Güneş
de meslek hayatı boyunca durduğu
“nokta”
nın bedelini çatır çatır ödemiş, halen de ödemeye devam eden çok büyük bir yetenek… Müslüman sanatçının böylesine
“imân kafatasçısı”
bir kültür-sanat-medya piyasasında alıp verdiği her soluk zehirdir, zıkkımdır. Hoş zaten, onlar da bu akıbeti peşinen bilerek böyle tahammülü zor bir yola giriyorlar.
Umarım, dostumun bahtı en azından bundan sonrasında açık olur.
Kendisini ve o güzelim filmini saygıyla selamlıyorum.

* * *

İsmail Güneş'in yönetmenlikte 25 yılı geride bırakması vesilesiyle, Yeni Şafak gazetesi sinema editörü Ali Murat Güven tarafından hazırlanan 18 dakikalık tanıtım filmi... Bu film, 25 Aralık 2011 Pazar günü İstanbul-Üsküdar Gençlik Merkezi'nde düzenlenen kutlama töreninde gösterilmiştir.


* * *
YENİ ŞAFAK SİNEMA SAYFASI / YILDIZ PUANLAMA TABLOSU

* * * *
(4 Yıldız)
Sinemanın sanat kimliğini pekiştiren gerçek bir başyapıt… Kaçırmanız gerçekten de yazık olur.
* * * 1/2
(3,5 Yıldız)
Oldukça başarılı bir film. Şartlarınızı zorlamak pahasına mutlaka görmelisiniz.
* * *
(3 Yıldız)
Çoğu bölümüyle sanatsal bir derinlik ve lezzet yakalayabilen, kayıtsız kalınmayacak bir film. Ömrünüzden bir kaç saati vermeye değer…
* * 1/2
(2,5 Yıldız)
Bazı bölümlerinde iyi bir filmin kalite standartlarına erişmeyi başarabiliyor; fakat bir bütün olarak bakıldığında ise sorunlu ve tam olmamış.
* *
(2 Yıldız)
Hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı yok. Yalnızca zaman öldürmek için tüketilebilir. Ki zamanınıza önem verdiğimiz için bunu da pek önermiyoruz.
* 1/2
(1,5 Yıldız)
Kötü bir film ve neden çekildiğini anlamak zor… Görmemeniz yararınıza olacaktır.
*
(1 Yıldız)
Sinema sanatı adına utanç verici bir gösteri… Arkanıza bakmadan kaçın, sevdiklerinizi de uzak tutun!



12 yıl önce