|
Endeksleri es geçemeyiz

Dün hasbelkader kurucu üyesi bulunduğumuz Türkiye Yatırımcı İlişkileri Derneği (TÜYİD) Yönetim Kurulu’nun aylık toplantısındaydık. Hepsi birbirinden kıymetli finansçı arkadaşlar, hukukçular önümüzdeki dönemde şirketlerin değerlerini belirleyecek iki önemli endeksten söz ettiler:

Bir: Sürdürülebilirlik Endeksi.

İki: Şeffaflık Endeksi

Kurumsal yönetim gibi bu iki kavram da pek çok şirketimiz için çok uzak ve hatta lüks hedefler olarak gözükebilir. Oysa söylenen o ki, bu endeksler, çok kısa bir zamanda artık EBITDA (FAVÖK – Faiz Amortisman Vergi Öncesi Kâr), yatırımlar, istihdam, büyüme hızı gibi rakamlardan daha da etkili olacak. Hangi alanda etkili olacak? Hisse senetlerinin değer kazanmasında. Yani finans kapitalin nabzının attığı borsalardaki değerlendirmelerde... Bu durum yani sürdürülebilirlik ve şeffaflık meselesi ülke çapında da ana belirleyici olarak ortaya çıkıyor. Hatta somut rakamlardan çok algı ölçülüyor ve ülkeye yatırımlar bu algı endeksine göre akıyor ya da kaçıyor.

Siz dilediğiniz kadar altyapınızı kuvvetlendirin, finansal sisteminizi konsolide edin; ekonomik göstergelerinizi sağlıklı bir noktaya getirin, burada sık sık tekrarladığımız gibi üst yapı meselelerinde yani İngilizcesiyle ‘soft’ (yumuşak) ve / veya ‘smart’ (akıllı) güç konusunda göstereceğiniz zaaf, hem ülke markanızı olumsuz yönde etkiliyor, hem de ülkeden çıkacak markalarınızı.

Geçen hafta Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 180 ülkeyi baz alarak hazırladığı Yolsuzluk Algısı Endeksi açıklandı. Türkiye, bu yıl beş puan kaybederek en büyük düşüşü yaşayan ülke olmuş. Sıralamada ise 53’den 11 sıra birden düşerek 64’e gelmiş. Peki bu neden olmuş? Uluslararası Şeffaflık Örgütü Türkiye Temsilcisi, Türkiye Şeffaflık Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Emine Oya Özarslan’a göre, Gezi olaylarından başlayarak 17-25 Aralık süreçleri ve yasal olarak sonuçlanmamış yolsuzluk iddiaları, bu Şeffaflık ve Yolsuzluk Algı Endeksi’ndeki düşüşün başlıca nedenleri arasında.

Bu çağda zamanın ruhu gereği hiç kimse, “Küresel düzeyde bizimle ilgi ne düşünülürse düşünülsün, umrumuzda değil’ diyemez. Öyle deme lüksümüz olsaydı örneğin “Bize ne G-20, B-20’den?” der, yirmi yıl arayla bir ülkeye nasip olabilecek bu büyük organizasyonun ev sahipliğine soyunmazdık. Demek ki, insanların, ülkelerin ne düşündükleri umrumuzda. Hele de ülke markamız ve ihraç ettiğimiz ürün ve hizmetlerin markaları ve algılamaları söz konusu ise.

Osmanlı ve ‘Modus Vivendi’...

Türkiye’nin Hıristiyan Batı dünyasında kendisini ifade etmekteki zorluklardan, bu zorluklar nedeniyle oluşan önyargılardan ve illa ki bizim kendimizi anlatırken düştüğümüz acziyetten burada sıkça söz ederiz. Bir de bize düşen işleri kendi işleriymiş gibi sahiplendiklerine çeşitli örneklerle tanık olduğumuzda, şaşkınlık ve üzüntüyle eksiklenip haklarını teslim ettiğimiz yazılarımız da olmuştur. Bugün iki örnek söz etmek istiyorum. Biri bir konser. Diğeri de bir kitap...

Jordi Savall’ın adını ilk kez benim favori filmlerinden ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ndaki müzikler vasıtasıyla duymuştum. Bu olağanüstü filmde Jean de Saint-Colombe’un ve kendisinin bestelerini icra etmişti. Bu kez İBB Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Jordi Savall’ı ve muhteşem orkestrası Hesperion XXI’i dinleme fırsatı bulduk. Konser programının adı, ‘Bab-ı Ali İstanbul’un Sesleri’ idi.

Dileyenlere Osmanlı musîkisinin incelmiş zevklerini ve nezahet dairesindeki estetiğini anlatan broşürü internet ortamında gönderebilirim. Rum, Ermeni, Yahudi ve Türklerden oluşan orkestrada tam da Osmanlı’yı temsil eden uluslardan, mesleklerinin doruklarındaki isimleri bir araya getirmek ancak Savall gibi bir üstada nasip olabilirmiş: Aralarında Abdülkadir Meragi, Buhûrizade Mustafa Efendi (Itrî), Dimitri Cantemir, Tanburî Mustafa Çavuş gibi, broşür metnindeki ifadeyle ‘makam müziğinin kutup yıldızları’nın da bulunduğu büyük bestecilerden müthiş esintiler... Katalonya kökenli bir müzisyenden tıklım tıklım dolu bir CRR Salonu'nda Osmanlı coğrafyasının büyülü dünyasında gezinmek, zaman zaman aşağılanan Osmanlı’ya bir daha sahip çıkma hissi adına hepimize iyi geldi.

Aynı günlerde ikinci bir hoşluk daha yaşadık. Alman meslektaşım ve dostum Christian Langer yaş günüm vesilesiyle İtalyan yazar Edmondo de Amicis’in (1846-1908) “İstanbul, Dünyanın Başkenti” adlı kitabı yollamış. (Istanbul, Hauptstadt der Welt) Hem finalindeki Umberto Eco’nun ‘Sonsöz’ünü okurken ve hem de 1800’lü yılların İstanbul fotoğraflarına bakarken, Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmak istendiği şu özel dönemde, geçmişiyle barışık olmayan, barışmaya da niyeti olmayan ecnebi aydınlarımızın bu ülkeye nasıl büyük bir haksızlık yaptıklarını düşünmemek elde değildi. Batılının ‘Modus Vivendi’ dediği ve özetle ‘ayrı ayrı erdemlerin ve kimliklerin tek bir hayat içinde bir arada bulunabildiği’ biçiminde de ifade edilebilecek o olağanüstü toplum yapılanmasını asırlarca yaşamış bir imparatorluğun ve bu olağanüstü şehrin dünya için taşıdığı anlamın ne kadar farkındayız acaba?

Hem Jordi Savall konserinde hem de bu müthiş İstanbul kitabının sayfaları arasında gezinirken herhangi bir siyasi, kültürel ya da toplumsal çözümleme getirmeden Osmanlı’yı tarihten silmeye bir Batılı zihniyetten çok daha fazla teşne olan içimizdeki İrlandalılar’ın bir kez daha yatacak yerlerinin olmadığını yanımda yöremde kim varsa, onlara da söyledim. Dününü yok saydığı için elindeki tek argümanı olan ‘Çıkış yok!’ zihniyetiyle ülkesine bakanların ‘Çıkışı işaret eden’ güzelliklere sahip bir medeniyetin içinden geldiğini fark ermek istememesinde sizce de ülkemiz adına trajik bir durum yok mudur?

Batılının ‘dışarıdan’ keşfettiğini, bizimkiler ‘içeriden’ göremiyorlar ne yazık ki!

#TÜYİD
#EBITDA
#smart
9 yıl önce
Endeksleri es geçemeyiz
‘1 gün savaşı’…
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...