|
Kadimden moderniyete, moderniteden küreselleşmeye geçiş

Bu güne kadar yollardan köprülere, havaalanlarından barajlara devasa yatırımları gerçekleştiren AK Parti hükümetlerinin artık tescillenmiş olan ‘Alt yapı’ başarılarını harcanan emek ve paraya rağmen yine de ‘tamamlanmamış’ hissettiren o ‘ruh’un ne olduğunu Başbakan Davutoğlu’nun Yıldız Üniversitesi’nde yaptığı konuşmayla net olarak görmüş olmalıyız.

‘Geleceğin Şehirleri Sempozyum’unun gala yemeğinde konuşan Başbakan, yıllardır yazmaktan bıkmayacağım, ne yaparsanız yapın, olmadığında tüm çabaları sıfıra indirgeyebilecek güçteki ‘o ruh’a bir değindi, pîr değindi.

Sayın Davutoğlu, bizim ‘O ruh’ diye vurgu yapmaya çalıştığımız ve devlet kontrolünde yürütüldüğünde verilen tüm uğraşlara soluk üfleyen, manalandıran ve sürdürülebilir kılan ‘Milli Kültür’ün veya ‘Bölgesel tüm kültürler’in şehirler ölçeğinde üç büyük dönemini anlattı:

Bir: Kadim,

İki: Modernite

Üç: Küreselleşme.

Bu konuşmanın neredeyse tam metni internette var. Türkiye’nin bugününe ve geleceğine akıl ve gönül yoran herkesin, özellikle de AK Partililer’in mutlaka başından sonuna kadar, ders çalışır gibi okuması lazım. Başbakan, ‘Doğal’ ve ‘İnsani estetik’ buluşmasının bir şehre neler katabileceğini ya da onu nasıl sınırlayabileceğini bu üç dönem üzerinden izah ederken, “şehrin değişik inşaat malzemeleriyle düzenlenmiş bir mekan olmadığı”nı belirtti ve dedi ki:

“Oluş ile ‘kün’ ile yani “ol” emri ile o mekanı inşa eden zihin arasındaki zihnin varoluşsal arka planı arasında bir irtibat yoksa şehir de olmaz.”

Başbakan’ı mutlaka eleştireceklerdir: “İyi konuşuyorsun da kim anlar söylediklerini!”

Olsun anlamasınlar. Bugün büyük devlet adamlarının söyledikleri hâlâ tazeliğini ve geçerliliğini koruyorsa, söylendikleri anda bazıları tarafından anlaşılamadıkları içindir.

İşte bizim pek çok müteahhidimizin bilmediği, öğrenmeyi de çok istemediğini yaptıkları işlerden gördüğümüz ‘temel mesele’nin özü, Sayın Başbakan’ın bu cümlesinde hepimize el sallamaktadır.

Kadim dönemler, bizim yaygın müteahhid zihniyetinden fersah fersah uzaklarda yaşanmış olduğu için doğal estetikle insan estetiği arasındaki mesafe elbette çok daha kısa. Hatta birbirleriyle uyum içindedir...

Modernite dönemine gelince... Başbakan, şehirlerin kadimden aldığı birikimle modernitenin meydan okumalarına direnebildiğini ve hatta moderniteyle yüzleşebildiğini ifade ediyor. Bu safhalarda bazı şehirlerde ‘dönüşüm’, bazılarında ‘yıkım’, bazılarında ise ‘tasfiye’lerden söz ediyor. Diyor ki:

“Bazı şehirler var ki kadimi var moderniteyi yaşamamış. Mesela Kurtuba gibi kadim bazı şehirlere gittiğinizde modernitenin etkisinin sınırlı düzeyde kaldığını görürsünüz. Bu şehirler bir açık müze gibi muhafaza edilebilir ama canlılığını koruması açısından birtakım zorluklarla karşılaşır.”

Davutoğlu bazı şehirlerde ise kadimi olmadığından, modernitesi ile küreselleşmeye doğru gittiğini belirtip örnek olarak da elbette New York’u veriyor:

“Eğer New York sokaklarında yürürseniz şehre nüfuz edemezsiniz, şehir size nüfuz edemez. Bir büyük tünelin içinde kaybolan sizi ezen koridorlarda, labirentlerde yürüyor hissine kapılırsınız. Şehir size, siz şehre dokunamazsınız.”

İstanbul’un ise modernizmle çarpışmasının hikayesini hepimiz biliyoruz. Davutoğlu’nun sözleriyle hatırlayalım:

“Maalesef öyle uygulamalar yaşandı ki İstanbul’un ortasından açılan o bulvarların kaç mescide, kaç külliyeye, kaç camiye mal olduğunu hepimiz biliriz. Modernleşmek Napolyon Paris’inin benzeri bulvarlar açarak şehirleri tekdüzeleştirmek anlamına gelmez. Biz bunları idrak ettiğimizde maalesef şehrimizin ve ümranımızın büyük bir kısmını kaybetmiştik.”

Bu da bir yüzleşme biçimi elbette. Şimdi de küreselleşmenin İstanbul’a nasıl çarptığını bir düşünelim bakalım. Kadim olanı koruma kaygısı olmazsa betonda boğulacağımız kesin. Düşünmesi bile ürpertirken Başbakan’ın şu sözleriyle soluk alabiliriz belki:

“Doğal estetiği insani estetikle buluşturmamış olan bir şehir, şehir niteliği kazanamaz ve bence bunun en güzel misali de İstanbulumuzdur. (...) Şehirciliğimizin ve İstanbul başta olmak üzere yaşadığımız bu tarihi serüveni anlamamız lazım. Kadimi koruyamazsak, o kadimdeki şehir kültürünü yeni inşa malzemeleriyle ama eskimeyen bir ruhla yeniden inşa edemezsek, ümranımızı kaybetmiş oluruz. (...) Kadimden moderniyete, moderniteden küreselleşmeye geçişin imtihan yeridir İstanbul.”

Böylesi derinlikli bir bakış açısından gözlendiğinde, küreselleşmenin dayattığı teknolojilerle, amorf ve müstekreh bir tasarım yaklaşımının sonuçları olarak karşımıza dikilen ‘yaratık’ diyebileceğimiz, insanca değil ‘insanımsı’ gökdelenlere, kadimin, doğal olanın estetiğinden biraz olsun bulaştırabilecek her söze, her düşünceye, her ‘işe’, her estetik çabaya saygı duymamız gerektiğini düşünmeden edemiyor insan.

Ancak bir kültür politikasının somutlaşabilmesiyle çözülebilecek bu türden canalıcı sorunların 12 yıllık AK Parti iktidarlarının yumuşak karnı, zayıf halkası olduğunu öncelikle iktidarın görmesi lazım. Muhalefet görse de anlatamıyor, anlattığında yerine ne konulması gerektiğini bilemediği için her zamanki gibi ‘şikayetname’ okumaktan vazgeçemiyor.

Mimariden tiyatroya, sinemadan resme, edebiyattan müziğe, ilim, irfana veya bir başka deyişle, sözünü ettiğimiz ‘o ruh’ta manasını bulan ‘neyin üzerine titrenmesi gerekiyorsa’ hepsine örnek ve önder olacak politikalara ihtiyaç var. Başbakan Davutoğlu içimizi rahatlattı. Sağlıkta ya da eğitimde olduğu gibi kültürde de devletin, meselenin kalbi olduğunu göstermesi açısından...

Bozkırdan dünyaya bir armağan

Eskiden yokluk içinden çıkıp da, tırnaklarıyla kazıyıp hedefine, hayalleriyle ulaşanları görünce ‘Cinderella Story’ der geçerdik. Toplum bütünüyle kurtulmadıkça, bireysel çıkışların ne anlamı olabilirdi ki?

Bana göre 20. yüzyıldan 21. yüzyıla armağan olarak kalan en güzel klişelerden biri de güneşin kuruttuğu kumsallara vuran binlerce deniz yıldızının unutulmaz hikayesidir... İçlerinden birini tekrar denize attığınızda, “Ne değişir ki?” diye burun kıvırarak sorana “Onun için değişti!” diyebilmek...

Bir de kendi kendini değiştirenler var. Kimse onları kurtarmıyor. Kendi kendilerini kurtarıyorlar. Hayallerinin peşinde koşmaktan yılmadıkları için. Önce kendilerini, sonra da çok sayıda insanı kurtarabiliyorlar. Ben bu özelliklere sahip öncülerle tanışma fırsatını mesleğim nedeniyle daha sık elde ettim.

Avukat Mehmet Gün’ün yazmış olduğu “Bozkırdan Dünyaya / Avukat Olmak” adlı kitabında akıllara durgunluk verebilecek bir mücadele gözler önüne seriliyor.

Çoban Sülü’nün (Süleyman Demirel) hikayesi de böyledir. Davutoğlu’nun da, Binali Yıldırım’ın da... Rahmetli babamın yazları Adana’da traktör şoförlüğü yaparak kendinin finanse ettiği sanat mektebinden burs kazanıp Fransa’ya gitmesi, sonrasında da müsteşarlığa varan kariyeri ve buna benzer örnekler ne hikmetse beni çok etkiler. Mehmet Gün’ün Konya’nın Bozkır ilçesinin Dere köyünde başlayan yaşam öyküsü, aynı köyde devam edebilirdi. Oysa şimdi uluslararası alanda Türkiye’nin en önde gelen avukatlık bürolarından birisinin kurucusu ve yönetici.... Gün Avukatlık Bürosu, bugün 69 avukat ve destek personeliyle beraber 100 kişilik dev bir kadroya sahip. Müvekkilerine İngilizce, Almanca, Fransızca ve Rusça dillerinde de hukuki hizmet veriyorlar. Oldum olası biyografiler beni heyecanlandırmıştır. Hele de otobiyagrafiler... Otobiyografilerde bazen subjektivizm tuzağına düşülebildiğine tanık oluruz. “Bozkırdan Dünyaya Avukat Olmak”ta ise yazar, geçmişinden söz ederken samimiyeti hiç elden bırakmamış. Bu kitaptan ne öğrenilebilir?

Gözükaralık değil cesaret. İhtiras değil irade... Telaş etmemek ama acele etmek... Saflık değil ama dürüstlük. Kontrol manyaklığı değil disiplin. Ezcümle: Denge.

Kitabı, öncelikle çocuklarınız ve sonra da kendiniz için edinmenizde yarar var.

#AK Parti
#Başbakan Davutoğlu
#Türkiye
9 yıl önce
Kadimden moderniyete, moderniteden küreselleşmeye geçiş
Yol hikayelerimiz ortak
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…