|
Türkiye ne satıyor?

Türkiye hakkında aynı gün içinde (dün) işittiğimiz üç değerlendirmeye bir göz atalım:

Bir: AB’nin kamuoyu araştırmalarından sorumlu birimi Eurobarometer’in hazırladığı çalışmaya göre Türkiye’de kötümserlik artmış. (Türkiye’de yapılan ankete göre gelecek yıl için hayatın şimdikinden daha iyi olacağını düşünenlerin oranı bir önceki çalışmaya göre 5 puanlık düşüşle yüzde 25’e gerilemiş. Buna karşılık hayatın daha kötü olacağını düşünenlerin oranı da 8 puanlık artışla yüzde 31’e yükselmiş.)

İki: ‘Nobel adayı iktisatçı’ veya ‘Dünya ekonomisinin parlayan yıldızı’ diye lanse edilen ekonomist Daron Acemoğlu, bir seminer için geldiği İstanbul’da, esas önceliğimizin halkın gelir seviyesini artırmak olduğunu belirtirken, Türkiye için de şu genellemeyi yapmış:

‘Türkiye her zaman bir padişahlar memleketidir.’

Daron Bey’in çok partili döneme geçişten sonraki demokrasi adına bugüne uzanan çırpınışları, kim ne dersin desin pekala düzgün seçimlerle iktidarları belirlediğimizi ve bizi siyasi açıdan Ortadoğu’daki diğer tüm ülkelerden ayıran özelliklerimizi de halının altına süpüren bu tespitinin ardından önerdiği şu çözüm de, aslında kusurlu her demokrasi için de geçerlidir:

“Bu döngünün kırılması da ancak tabandan gelecek olan ‘insan hakları, özgürlük, şeffaflık talebi’yle, toplumun politikaya daha fazla katılmasıyla mümkün olacaktır.”

Üç: İnsana ‘Her eve lazım’ duygusu veren, fotoğraflarına baktığınızda aklınıza gelebilecek her konuda mutlaka bir fikri varmış gibi düşünceli bir yüzle sizi süzen müzisyen Bob Geldof da Türkiye markası hakkında ‘Acaba övüyor mu, dövüyor mu?’ dedirten açıklamalar yapmış. Afrika’da 18 bin kişi ebolaya yakalanmış ama açılan yardım kampanyalarına Türkiye destek vermemiş. “Sizin de mülteci sorunlarınız var ve siz de yardım istiyorsunuz” diyor.

Şu üç değerlendirmenin özüne ve bize yansıttığı hissiyata bakarak Türkiye’ye karşı rafineleştirilen bir salvonun devam ettiğini görmek çok kolay...

Cuma günü şu soruların yanıtlarının arandığı bir eğitim çalışmasındaydık.

-Coca Cola ne satıyor?

-Mutluluk

-BMW ne satıyor?

-Heyecan.

-Alfa Romeo ne satıyor?

-Tasarım.

-Mercedes ne satıyor?

-Prestij.

-Volvo ne satıyor?

-Güven.

-Audi ne satıyor?

-Teknoloji

- Almanya ne satıyor?

-İleri teknoloji ve disiplin.

-İtalya ne satıyor?

-Moda, yemek.

-Fransa ne satıyor?

-Moda, aşk, şarap.

Liste çok uzundu... Ancak yanıtlar dünyada ne satılıyorsa hepsinin bir adresi olduğunu gösteriyordu.

Peki Türkiye ne satıyor?

Eğer bu soruyu Türkiye bazında hakikatine uygun bir biçimde yanıtlayamıyorsak, bunun sorumlusu ne AB’dir, ne Daron Acemoğlu’dur ve ne de Bob Geldof’tur.

Bunun sorumlusu biziz. ‘Kamu diplomasisi’ denilen ve her ülkenin diğer ülkelerin insanlarına nasıl algılanmayı istiyorsa ona uygun bir kanaat notunu ister istemez verdirten iletişimin, o sessiz ve derinden harekete geçen dip dalgasının görevi bu ‘adres algısı’nı oluşturmak ve yönetmektir. “O aradığın şey bende var” duygusu...

TİM’in liderliğinde ‘Turkey Discover the Potential’ (Potansiyeli keşfet) mesajının ortaya atılıp mutabık kalınması ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın buna sahip çıkması, elbette ‘adres göstermek’ anlamında gayet olumlu bir adım. Ancak o ‘potansiyel’in payandalarını oluşturmak ve iyi anlamak, anlatmak lazım. Sorunun gelip dayandığı yer burasıdır. ‘Türkiye markası’ adına yapılan hedefe yönelik çalışmaların meyvelerini alabilmek için aynı zamanda gösterilen çabanın iyi anlatılması gerekiyor.

Böylesine hayati bir meseleyi iyi anlatabilmek, boynuzlarından tutup yere oturtamadığınız, öğrenilmesi ve uygulaması hayli çaba ve ter gerektiren o zorlu ve meşakkatli ‘Algı Yönetimi’ disiplinini gündeminize almakla mümkün. Gündeminize almak yerine, bu disiplini, ‘Algı operasyonu, PR köpürtmesi’ diye dalga geçerseniz, aşağılarsanız, çabalarınızı manalandıramaz ve belleklerde iz bırakması gereken süreçleri, suya yazılan yazılara terk etmiş olursunuz.

Günışığını evinize taşıyan kitaplar

Dünyadan ve ülkemizden birbirinden ilginç çocuk ve gençlik kitaplarını yayınlayan Günışığı Kitaplığı’nı ilgiyle izliyorum. Zaman içinde fark ettim ki, kapağına ve ismine bakarak ‘çocuklar için’ sandığım kitaplar aslında basbayağı bana da hitap ediyor. İçinden felsefe geçen, müzik geçen, macera geçen çocuk kitapları bunlar...

8-12 yaş arası çocuklara hitap ettiğini belirten yayınlarına bakıp, “Bu kitaplar ağır gelmez mi çocuklara?”’ diye sorarken, kataloglarında şu özel notu gördüm de işin aslını esasını daha iyi anladım:

“İlköğretim çağında bulunan ve hızlı okuma yazma becerisi kazanmış 8-12 yaş arasındaki çocuklar için...”

Raife Polat’ın “Devin Şarkısı”, Gülsevin Kıral’ın “Gizli Formül Hangi Zarfta!”, Fadime Uslu’nun “Çat Kapı Dayım”, Aslı Der’in “Kayıp Rüyacı”sı ve daha nice ‘küçülmüş de büyümüş çocuklar’ için birbirinden renkli ve derinlikli kitap...

Sizin çocuğunuz hızlı okuma becerisini henüz kazanmamışsa da alın saklayın. Nasılsa gün gelir ve nasılsa o da alışılan bildik kitaplara sığmaz olur.

Çocuklarınızla aynı dili konuşabilmenin yolu belki de bu türden ‘çokbilmiş ve sevimli çocuk kitapları’nı evinize taşımaktan geçiyordur.

#AB
#Eurobarometer
#Daron Acemoğlu
9 yıl önce
Türkiye ne satıyor?
Çile"den derlenmiş sorular
Komünist, sapına kadar kemalist
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…