|
Türk aydınının kök hücresi

“Topyekün savaş deneyimi” sadece askerin, siyasetin öyküsüyle ve stratejilerle sınırlı değildir. Deneyimin bir de zihniyet hali vardır. Kıta Avrupası’nda türlü ideolojik formatlarla karşımıza çıkmış, bizde ise “cemaatçi-kimlikçi gelenek”le mükemmel bir evlilik yapmıştır: Tek hakikatli siyasi açıklamalar, mutlak toplumsal doğrular, bunları biteviye üreten keskin bir düşünce tarzı...

Siyasi gündemden uzaklaşıyorum sanmayın, tersine, tam merkezine ilerlemeye çalışıyorum.

İsaiah Berlin önemli bir düşünürdü. Tony Judt ona dair şöyle der:

“Günlük siyasi analiz ve tartışmayla ilgili Berlinci ders, bütün siyasi tercihlerin somut ve kaçınılmaz bedelleri zorunlu kıldığını hatırlatmasıdır. Doğru karar dahil, her karar, belli seçeneklerden vazgeçmeyi zorunlu kılar. Siyasetin gerçek dünyasında tüm kararlar kazanımları ve kayıpları aynı anda zorunlu kılar. Tek bir iyi olmadığına göre, iyinin bütün biçimlerini yakalayan tek bir analiz biçimi de olamaz. Doğrunun ve ahlaki olanın her yönüne hakim olan tek bir siyasi mantık da yoktur...”

Ünlü tarihçi Marc Bloch da şöyle derdi:

“Bir olayı anlamak için tarihçinin tek bir çerçeveden kurtulması ve birkaç çerçevenin aynı anda geçerliliğini kabul etmesi gerekir...”

Tarihin yerine siyaseti ya da günceli koyabilirsiniz.

Her iki örnekte varacağınız nokta aynıdır, “çoğulcu düşünce”dir: Birden çok farklı açıklama, sonuç ve hakikatin yana yana varolabileceğini algılamak, anlamak, dahası bu farklı hakikat türlerinin ahlaki varlığını kabul edebilmek...

Çoğulculuğun “kök hücresi” diyelim...

Bu çerçevenin bırakın varlığı, telaffuzu bile yukarıda altını çizdiğimiz “tek siyasi hakikate” dayanan geleneğe buz kestirir.

Kestirir zira, bu düşünce tarzına göre sadece iyi ve kötü politikalar, iyi ve kötü hedefler vardır. Ve elbette onların doğru ya da yanlış önermelerinden kaynaklanan doğru ya da yanlış tercihler...

Bu bakış için siyaset doğal olarak, “ya hep ya hiç”, “yenme ya da yenilme”, “ölüm ya da kalım” oyunudur. Çoğulculuk ise daha baştan tanımı ve önermeleri gereği bir kategori hatası ve bir yanılgıdır.

Bu düşünce tarzını test edebileceğimiz yerlerden birisi, entelektüellerinin zihniyet yapısıyla bugünün Türkiye’sidir: Sosyolojiyi siyasete, siyasal rejimi kişiye, yolsuzluk hadiselerini ekonomiye indirgeyen “analizler”, siyasi rakibe, iktidara, ötekiye bakışı kavgaya, savaşa, ölüm kalım meselesine dönüştüren “tavırlar”...

Diğer ifadeyle “çoğulculuk maskesi”yle katılınan müthiş bir “monolitik karnaval”...

Gerçekten de bu dokuyu veri alınca entelektüel hayatımızın en önemli zorluğu toplumsal, siyasal, kültürel hakikatin çok sayıda biçimi ve temeli olduğunu kabul edebilmek, bu hatta yürüyebilmektir. Bu zorluk mevcut gelenekle birleşince, bir duruma hem içerinden hem dışarından bakmayı imkansız kılar.

Bu, bırakın alınan tavırları, polemiklere dahi yansıyor.

Örneği kendimden vereyim.

Son bir kaç yazıma, Batı basınının , Türkiye’deki çoğul hakikatler dizisinden sadece birisi üzerine kurulu, doğal olarak oryantalizm kokan tutumuna yönelik eleştirilerim, cemaat hükümet gerginliğine ilişkin kullandığım meşru-gayri meşru mücadelesi denklemi, malum zihniyetin çeşitli türleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Tepki doğal, algı kişiseldir.

Ancak ilginç olan tepkilerin merkezini, benim dikkat çekmek istediğim gayri-meşruluk halinin değil, hükümet için kullandığım “meşru”luk kavramının oluşturmasıydı.

Seçimle iktidara gelmiş bir siyasi partinin ve anayasal bir organ olan hükümetinin, mafyatik bir örgütlenme karşısında, yani cemaate oranla “meşru gücü” temsil ettiğini söylememin ve cemaati bu çerçevede “gayri meşru” olarak tanımlamamın yarattığı rahatsızlık aslında, herhangi bir yoruma gerek kalmadan kendisini açıklar.

Sorun, tüm yazı boyunca resmetmeye çalıştığım tek boyutlu, indirgemeci algıdır. Bunun müşahhas bir halidir: Bugün siyasi hayatını, farklı katman ve denklemlerini, çatışma alanlarını tek faktöre, hükümet karşıtlığına, hatta Erdoğan karşıtlığına indirgemek, kendisi gibi olmayan herkesi karşı kutupta tanımlamak ve çoğulcu bakışları öfke ve kaygıyla karşılamak...

Yukarıda andıklarımdan Umut Özkırımlı, mesela, bir internet sitesinde yayınlanan bana cevaben yazdığı, son derece çiğ ve terbiye sınırlarını zorlayan yazısında tam da bunu yapmış. Gayri-meşru meselesini es geçip, meşruya takılmış. AK Parti’nin hatalarını anlatmış, Erdoğan’a tepkilerini dışa vurmuş ve beni bunlarla özdeş kılmış.

Altını çizdiği kimi eleştirilerin (elbette farklı dille ve diğer hakikatlerle birlikte) bu sütunda sıkça ve daha derinlemesine yapıldığının farkına bile varmaması, siyasi pozisyonundan kaynaklanan bir “durağanlaşmadır” diyelim. Ama daha da vahimi var. “Hükümetin varlığı/meşruiyeti ile hükümetin politikaları” arasında, akla 28 Şubatçı mantığı getiren bir özdeşlik kurması, dahası neredeyse 1960’a değecek bir saikle, kendi bakışına dayanarak hükümetin meşru olmadığını iddia edebilmesi kendisini de aşan derin bir zihniyeti resmediyor.

O ve benzerleri, umarım bir gün, indirgenmiş ve atfedilmiş fikirlerle yapılan “analizler”in kendilerine tuttukları bir ayna işlevi gördüğünü farkederler.

#İsaac Berlin
#Tony Judt
#Marc Bloch
9 yıl önce
Türk aydınının kök hücresi
Haftanın ekonomik özeti ve beklentiler
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü