|
Rahat ol Alin... Sen hancısın, bizler ise yolcu... (1)

Bundan iki yıl kadar önceydi. Meslekî bir buluşma çerçevesinde, ideolojik açıdan hayatın bana tamamen ters köşelerinde yer alan meslektaşlarımın ağırlıkta olduğu bir sohbet ortamına konuk olmuştum.

Püfür püfür bir yaz akşamı İstanbul-Taksim''de bir araya gelen o küçük meslektaş topluluğu içinde terazinin ağır çeken tarafını "ulusalcı sol" ve "marksist-ateist" kimlikler oluşturuyordu oluşturmasına; fakat bereket versin ki bunlar, aradaki her türlü fikir ayrılığına rağmen karşılıklı oturulup sakin sakin konuşulacak türden “olgun” adam ve kadınlardı. Ben de toplantıya katılacak muhataplarımın kalibresini önceden iyi kötü bildiğim için böyle bir ortama çekincesizce dahil olmuştum.

Sakın ola “Nasıl yani?” demeyin; çünkü her nasıl ki muhafazakârın “kara cahil” olanı ağızda sevimsiz bir tat bırakıyorsa, solcunun “çiğ” olanı da aynı şekilde belli bir saatten sonra hiç çekilmiyor. “Düşünen insan”la ise en azından uygar bir çerçevede müzakere yapabiliyorsunuz.

Muhabbet, güncel politik gelişmeler üzerinde yapılan sörflerle, zaman zaman da karşılıklı tatlı tatlı atışıp birbirimize laf sokmalar şeklinde öylesine sürüp giderken, konu ister istemez Ak Parti, Başbakan Erdoğan, partinin kurmay heyeti ve bu ekibin 2002''den o tarihe kadar gerçekleştirdiği icraatlara geldi. Böyle bir muhabbetin de ta en baştan beri masanın çevresinde korunan entelektüel düzeyi -düşürmese bile- öyle ya da böyle “gereceği” âşikârdı.

Sohbette hemen karşımda oturan kişi, feleğin çemberinden defalarca geçip artık o çemberi başkalarına kiraya vermeye başlamış, “her şeyin farkında” olan bir “ulusal”cıydı. Askerlere yakın duran ve ülkede işlerin yeniden eskisi gibi yoluna girmesi (!) için “postal”dan medet uman ulusalcı bir yazar büyüğümüz…

İktidar döneminin özellikle ikinci yarısından sonra Ak Parti''nin gerek devlet gerekse toplum bazında “derin bir düşünsel dönüşüm” gerçekleştirmek üzere attığı bütün adımların amacı ve anlamının idrâki içindeki bu beyefendi, “Ali Murat kardeşim” diyerek girdi söze, “Sizlere söylüyorum, hiç debelenmeyin… İdeolojik açıdan yakın durduğunuz parti de hiç debelenmesin, aynı şekilde sen de debelenme… Çünkü, sonunda kazanan taraf yine biz olacağız.”

“Neyi?” diye sordum saf bir edâyla; fakat dürüst olmak gerekirse muhatabımın neyi kastettiğini çok iyi biliyordum aslında… O da benim bunu aslında çok iyi bildiğimi yüzüne yayılmış bilgiç bir ifadeyle tasdik ederek, sözlerini şöyle sürdürdü:

“İktidar planınız çok açık… Önce, dindar bir burjuvazi türetmek üzere yola çıktınız. Bu yolda, ilk aşamada taşrada, sonrasında da büyük kentlerde bilinçli bir şekilde varsıl aileler oluşturuldu. Çünkü, böylelikle, Türkiye''nin gerici ideolojilere düşman, çağdaşlığın öncüsü konumundaki geleneksel burjuvazisiyle ekonomik arenada kapışacak yeni bir sınıf yaratma sevdasındaydınız.

Öte yandan, devlet mekanizmasına da dindar bir bürokrasinin egemen olabilmesi için ''okumuş adam'' sayınızı çoğaltmaya giriştiniz. Çünkü, para, hem zengin hem de iyi eğitimli o kemikleşmiş burjuvaziye laf yetiştirmeniz, onlarla her alanda aşık atabilmeniz için tek başına yeterli gelmiyordu. Köylü zenginlerle kolkola girilerek katedilecek mesafe ta en başından bellidir. Başbakan da kendi doğup büyüdüğü câmiâdaki bu acziyetin, nitelikli insan profilindeki kalibre düşüklüğünün sonuna kadar farkında. O yüzden, cemaatin eğitimci kadrolarının da tam desteğini alarak, temel kimlik tanımı ''dindarlık'' olan yepyeni bir toplumsal sınıf dizayn etmeye girişti.

An itibarıyla, politika ve ekonomide kendinize koyduğunuz 5 ve 10 yıl vâdeli hedeflere belli ölçüde ulaştığınız söylenebilir. Özel sektördeki dönüşümün yanı sıra, devlet örgütü de beş vakit namaz kılan ve oruç tutan, aynı zamanda ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerdeki kaliteli üniversitelerde okumuş her düzeyden bürokratla dolu artık… Aynı şekilde, yerel yönetimler de…

Kabul etmek gerekir ki benim düşüncemin savunucuları sizin bu yayılımınız karşısında âciz kalmış, hattâ bazı bakımlardan acı bir yenilgiye uğramış durumda… Ancak, hiç gücenmeden, kırılmadan ve sinirlenmeden şunu da bir kenara yaz lütfen. Pozitivist ideolojinin, çağdaş düşüncenin sonuncu bir kalesi daha var ki onu size asla teslim etmeyeceğiz. Çünkü, bu kalenin stratejik değeri politikadan da yüksek, ekonomiden de…”

Yazarın söylediklerini sözünü hiç kesmeden, başından beri yüzümde sabitlenmiş bir gülümseme eşliğinde dinlerken, anlattıklarına -çok yüksek bir önem atfederek- koyduğu bu sonuncu mim karşısında ise hafiften bir tepki verme ihtiyacı hissettim.

“Neymiş o kale Üstad''ım?”

Bu sefer gülümseme sırası ondaydı. “Sen aslında bu anlattıklarımın doğruluğunun farkında olduğun gibi, neyi kastettiğimi de benden daha iyi biliyorsun sevgili dostum… Çünkü kastettiğim o hassas nokta, senin de en yoğun mücadele alanın zaten” diyerek sadede geldi:

“Kültür ve sanat alanında kurulacak bir iktidardan söz ediyorum. Ki uzun yıllardır dikkatle takip ettiğim senin de hayattaki temel meselen bu değil mi? Yandaşlarının iş dünyası ve bürokraside gitgide artan varlıkları, sosyolojinin yasalarını bilen biri olarak seni aslında hiç kesmiyor. Bir ülkede gerçek hâkimiyetin kültür ve sanattan geçtiğinin farkındasın ki yazı dilindeki acelecilik ve öfke de yine buradan kaynaklanıyor.

İslâmcılar 1960''lar ya da 1970''lerdeki gibi züğürt değiller… Tam aksine, sizinkilerde eşek yüküyle para pul var artık… Sokağa çıkıyorsun, arazi tipi pahalı araçlara binen türbanlıların sayısı çağdaş görünümlü kadınları üçe-beşe katlamış durumda…

Fakat, bütün bu varsıllık içinden, ne taşrada, ne de büyük kentlerde İslâmî kesimden gerçek anlamda bir aydın refleksi, tutkulu sanat âşıkları çıkmaması seni öfkelendiriyor. Camiân ne sinemaya meraklı, ne tiyatroya, ne resme, ne müziğe, ne de başka bir güzel sanata… Bırak sanatı, milliyetçi-muhafazakâr kesimde satılan gazetelerin toplam satışları bir Hürriyet''in yanına bile yanaşamıyor. Tabiî, tirajdan kastım her kapıya tamamen beleşe üçer-beşer bırakılıp sonradan kesekâğıdına dönüşen naylon yayınlar değil; sahici bir okur iradesi ve sadâkatiyle bizzat bayiden satın alınıp takip edilen gazeteler… Bu anlamda, 50 binlik Cumhuriyet gazetesinin okurlarındaki o sağlamlık, sarsılmazlık, yekparelik, ideolojik bağlılık ve tutarlılık sizin hiçbir gazetenizin okurunda gözlenmiyor.

Eh, bu kadar meraksız, heyecansız ve ilkesiz bir kitlenin parayı bulduğu ilk anda dağılacağının, ortada herhangi bir değerler sistemi kalmayacağının farkında olduğun için, doğaldır ki gidişât seni fena hâlde ürkütüyor. İnandığın düşünceleri topluma homojen bir biçimde yaymanın ve daha da önemlisi kalıcı olarak tutundurmanın tek yolunun kültür-sanat alanına hükmetmek olduğunu gördüğün için de kendi sektöründe bol bol iç ve dış düşman kazanarak, agresif bir ''kültürel cihad'' yürütmeye çalışıyorsun. İşte, genç dindarlar için hararetli köşe yazıları yazmalar, kısa film yarışmaları düzenlemeler, sinema odaklı televizyon programlarıyla onları dürtükleyip aralarından yetenekli olanlara sahip çıkmaya çalışmalar falan…

Ancak, para ve makâma bu kadar hazırlıksız yakalanmış, kültür ve sanatla tarihsel ilişkilerinde böylesine düşük profilli bir toplumsal çevreyi harekete geçirmeye uğraşırken, bir yandan da kendi trajedini yaşamaktasın. Çünkü, bu ta en başından kaybedilmiş bir mücadele… Sanat, dindarların hamurunda yok. Belki Endülüs ya da Selçuklu zamanlarında mimaride, gravürde falan belli ölçüde vardı; fakat en azından bir 400 yıldır artık hiç yok. Osmanlı''da da bu alanın egemen sınıfı değildiniz, şimdi de değilsiniz. Bu konuda köklü bir geleneğiniz oluşmadığından dolayı, sanatın sınırlarına ulaşamadan paranın sığ sularında kolayca boğulup gideceksiniz.

Velhasıl dostum, senin adına üzgünüm. Fakat, şunu iyi bilmelisin ki sizlere bu kaleyi asla teslim etmeyeceğiz.”

Aşağı yukarı aslına sadık kalmaya çalışarak sizlere aktarmaya çalıştığım bu esaslı cümleler yüzüme aheste aheste sıralandığında, henüz ne Tayyip bey şehir tiyatrolarındaki çürümeye el atmıştı, ne de dindar yönetmen İsmail Güneş meslek hayatının en incelikli filmini gösterime sokup toplam 16 bin 500 izleyiciyle ticarî açıdan dibi boylamıştı. Benim mesleğime ilişkin bazı konularda umutlarım ve heyecanlarımın kör topal da olsa hâlâ devam ettiği bir dönemdi o…

Söz konusu diyaloğun geçtiği günler itibarıyla ruhen henüz direncini yitirmemiş olduğumdan, Türkiye''nin “crème de la crème” tabakasına mensup seküler görüşlü biri olup beni de en sıkı dindar okurumdan daha iyi takip ettiğini, bu yüzden meslekî hedeflerimi yüksek bir isabetle okuduğunu ve bunları son derece tehlikeli bulduğunu açıkça dillendiren muhatabıma, onunkine benzer bir sükûnet içinde karşılık verme ihtiyacı hissettim:

“Hocam, tespitleriniz manzarayı tanımlama açısından doğru… Fakat, bu sözleriniz Türk toplumunun yaşadığı bir haksızlığın betimlemesi falan değil… Tam aksine, toplumumuzun geniş bir kesiminden iki yüz yıldır gaspedilmiş temel bir hakkın geri alınma mücadelesinin çerçevesini çizmiş oldunuz.

Doğrudur, Türkiye''de dindar halk kitlelerinin uzunca bir tarihsel süreç boyunca ne parası vardı, ne de entelektüel merakları… Hayattaki en önemli hedefleri imânlarını muhafaza etmek ve akşamı karşılayacak bir tas çorba bulabilmekti. Medeniyet köyden değil kentten doğar. İnançlı kitleler ise hem Osmanlı''nın çöküş yılları, hem de Cumhuriyet döneminde köylerin ıssızlığına doğru sürgün edilip, orada tecrit edilmiş bir durumda kaldılar. Bu uzun fetret devri boyunca Ankara''daki iktidar mekanizmasıyla yegâne doğrusal bağları ise Demokrat Parti''den sonra 4-5 yılda bir evlerinden çıkıp sandık başına giderek sağcı hükümetlere oy vermek oldu.

Ancak, üzerinde konuştuğumuz bu acıklı manzara, günümüzde bizim mahallede kültürel-sanatsal alanda hem üretici hem de tüketici pozisyonunda yaşanan fukaralığın gerekçesi değil, aslında tamı tamına sonucu… Ha, elbette ki aynı tarihsel süreç içinde dinin takvâ ve edebe ilişkin buyruklarının aşırı softaca ya da düpedüz yanlış yorumlamasından kaynaklanan bir ''sanat boykotu'' da söz konusudur. Ancak, bu durum en azından mimari gibi görece daha yakın durduğumuz bazı disiplinlerde 8-10 tane Turgut Cansever yetiştirmemize engel olmazdı. Müslümanlar, içine sokuldukları cendere içinde rahat bir soluk alıp, ''maişet temini'' aşamasından bir türlü ''hayatın latif zevkleri'' aşamasına tırmanamadılar. Çünkü rejim onların hep tarlalarıyla, bağlarıyla bahçeleriyle oyalanmalarını istedi. Kültür-sanat, medya ve ticaret gibi ülkenin istikametini belirleyici büyük arazilerin muhafızlığı ise daha başka toplumsal çevrelere verilmişti. Onlar da bu görevlerine şehvetle sarıldılar.

Siz de şunu çok iyi biliyorsunuz ki Tanzimat Fermanı''ndan sonraki politik ve kültürel çöküş sürecinde Anadolu''nun dört bir tarafındaki Türkmen, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Gürcü etnisitesinden gelme Müslüman evlatları bir savaştan diğerine nefer olarak sürüklenip dururken, insanlar bir cepheye gitmek için evlerinden çıktıklarında bir daha 5-10 yıl geri dönemezken, Osmanlı''nın gırtlağının sıkılmaya başlandığı o dönemdeki bütün askerî çırpınışlarından -din farklılığından dolayı- muaf tutulmuş yüz binlerce, milyonlarca Osmanlı tebâsı, kendilerine düpedüz ''hayatlarını bağışlayan'' bu müthiş özgürlüğü gıpta edilesi bir başarıyla kullanarak en verimli yıllarını kuyumculuğa, bankerliğe, sanayi ve ticaretin diğer kollarına vâkfetti. Sonrasında da tiyatroya, sinemaya, güzel sanatların her türüne ve nihayet medya gibi daha yeni iş alanlarına yöneldi bu kesim. Sözgelimi, Türkiye''de sinemanın tarihi, bu sektörü Türkiye''ye getiren ilk vatandaş konumundaki gayrımüslim işadamı Sigmund Weinberg''den başlayarak, aslında Sabataycılar''ın tarihidir. Aynı şekilde, yazılı basın da öyle… Yozgatlı Mehmet, Diyarbakırlı Hamit, Trabzonlu Hüseyin Balkanlar''ın bilmem hangi yöresindeki, İstanbul hükûmetinin bile aslında çoktan gözden çıkardığı cehennemden farksız bir savaşta kolunu bacağını kaybetmeden, canını oralarda bırakmadan anasına-babasına, yavuklusuna, çocuklarına geri dönme derdindeyken, bazıları da Pera''nın caddelerine bayraklarını rakipsizce diktiler. Özellikle, kültür ve sanat arenasına…

Benim de bu konuda tasası olan bir avuç yazar-çizer gibi yapmaya çalıştığım tek şey, onca zamandır tek tip bir ideolojik yönelimden, hep aynı kültürel kaynaktan beslenen kültür-sanat ortamına cuma günleri ezan sesini duyunca kalbinde kıpırtılar oluşan birkaç Ahmet, Mehmet, Hasan, Hatice ya da Ayşe kazandırmak… Onları, hiçbir zaman sulh ile davet edilmedikleri, aslî bir unsuru olamadıkları bu dünyayla usul usul tanıştırıp, orta ve uzun vadede ülkenin kültür ve sanat iklimini zenginleştirmek…”

Buraya kadar ciddi bir yüz ifadesiyle yaptığım karşılık konuşmasının tam da bu noktasında, meslektaşlar meclisimizde oluşan kasvetli atmosferi dağıtabilmek için işi yeniden şamataya vurdum ve sözlerimi yüzüme yaydığım muzip bir ifade eşliğinde şöyle noktaladım:

“Emin olun, artık nasıl ki ekonomide var isek, politikada var isek, eğitimde var isek, kültür ve sanat alanında da mutlaka var olacağız. Kendinizi sessiz ve derinden gelen yeni bir tür sanatçı-aydın kitlesine şimdiden hazırlayın. Benim misyonum özellikle sinema-TV alanında yoğunlaşmaktır ve bu konuda üzerime düşen her şeyi de sonuna kadar yapacağım. Dindar gençlikten de, dindar kamuoyundan da alabildiğine umutluyum.

Hem söylesenize, yalnızca Sabataycılar''ın ahkâm kestiği bir kültür-sanat arenasında izleyici olarak hayat mı geçer Allah aşkına? Bırakın da en azından aralarda farklı bazı renkler oluşsun!

Bakın meselâ benim mesleğimin örgütü SİYAD''a… Bir örnek giyinmiş adam ve kadınların farklı yaklaşımlara tahammülü sıfır ''politbüro''sundan farksız bir örgütlenme biçimi… Hayattaki duruşunu ''Kendimi bildim bileli bilimsel sosyalizme inanırım'' diyerek tanımlayan Çin âşığı Mao''cu bir başkan, yanı sıra en tepedeki 8-10 kişi, aynı yapının bünyesindeki diğerlerini güzelce sindirmiş, herhangi bir olayda farklı tavır alanı, derneğin yönetici elitlerine gıkını çıkartanı derhal üyelikten atıyorlar. Kendileri gibi düşünmeyenlerin ise bu meslekî örgütlenmeye üye olabilmesi zaten mümkün değil…

Oysa ki kültür-sanat ve medya alanındaki ideolojik despotizm, günümüzde artık iş dünyasında bile kalmadı. Gelin benim gazeteme, birbirinden bütünüyle farklı görüşlere sahip yüzlerce insanın omuz omuza çalıştığını görürsünüz. Fakat, ardından da gidin Hürriyet''e, Milliyet''e, Radikal''e, Show TV''ye, NTV''ye, farklı olanın ipini daha ilk haftasının sonunda çekmek üzere tetikte bir yönetici kitlesi… Tabiî, bu kurumlara taze işgücü pozisyonunda girebilmek için iş görüşmelerinde olmadık taklalar atılması, araya düzinelerce masonik referans konulması da çabası…

Öyle ya da böyle, son kertede gireceğiz aranıza, vallahi de billahi de gireceğiz! (Sözün burasında işi iyice sululuğa vurarak) Sonrasında da hepinizi kör testerelerle kıtır kıtır keseceğiz!”

Bu konu başlığı açıldığı andan itibaren çehresine egemen olan soğukluktan, ciddiyetinin yaptığım son espriyle bile dağılıp gitmemesinden, “dindar kesimin kültürel-sanatsal iktidara tâlip oluşu meselesi”nin karşımda oturan politik muhalifimin “kırmızı çizgileri”ni oluşturduğunu elbette ki ziyadesiyle anlamıştım. Adam, benim kuşağımın ve ardımızdan gelen gençlerin sinema, tiyatro, müzik, resim, televizyon, yazılı basın, moda, reklâmcılık gibi elitist alanlarda söz sahibi olma mücadelesinin, bu gibi sektörlerde -halihazırdaki hayat felsefemiz gitgide deforme ve dejenere olmadan- sağlıklı bir bilinçle yer almamızın Türkiye''de ne gibi bir düşünsel dönüşüme yol açacağının dibine kadar farkındaydı çünkü… Öyle ki ülkeyi 2002''den beri yıldır yöneten iktidardan ve o iktidarın gölgesinde yeşerip palazlanmış bir zenginler kulübünden bile çok daha fazla farkındaydı vaziyetin… O yüzden de “kültürel-sanatsal iktidar” alanına bir tür “Çanakkale geçilmez” kararlılığıyla yaklaşıyordu.

Ve itiraf etmek gerekir ki kendi dâvâsında sonuna kadar haklıydı. Bu topraklarda medya ve sanatta benim gibi düşünen insanların olması, bunların nitel ve nicel açıdan yükselişi, neredeyse iki yüz yıl boyunca büyük bir sabırla oluşturulmuş, stratejik değere sahip bir egemenlik alanının kan kaybetmeye başlaması demekti. Bir sonraki adımda ise kültürel-sanatsal iktidarı “düşman”a -ki buradaki “düşman” tartışmasız bir şekilde dindarlardır- teslim etmek de Cumhuriyet tarihi boyunca başlıca tarafları olduğumuz bir “değerler mücadelesi”nin onlar açısından kesin biçimde kaybedilmesi anlamına gelecekti.

Bana bir kez daha “Kızmaca, bozulmaca yok” dedi, “Seni idealist bir insan olarak, birey olarak gerçekten seviyorum. Dâvâsında samimi ve coşkulu birisin. Fakat, beyninde taşıdığın bazı düşünceler ise benim düşmanımdır. Günü geldiğinde politik-bürokratik alana yönelik sızmalarınızı tek tek tespit edip, sizleri o yapılar içinden temizlemek çok kolay… Aynı şekilde, türedi zenginlerinizi yeniden köşeye kıstırıp etkisizleştirmek de…

Ancak, kültürel-sanatsal iktidarı bir kez ele geçirirseniz, marijinal bir grup olmaktan çıkıp toplumu farklı bir ideolojiye doğru dönüştürmeye başlayacaksınız ki asıl hayatî tehlike bu noktada başlıyor. Benim durduğum yerden bakılınca, en önemli önceliğimiz söz konusu alana yönelik sızma girişimlerinize mümkün olan her şekilde karşı durmak… O yüzden, gerici sinemacıların cirit attığı bir sinema sektörü hayâllerini falan unut. Bu gibi bölgelere hiç giremeyeceksiniz. Ezkaza girmeyi başaranlarınızı da ya usulca dönüştüreceğiz, ya da aynen geri püskürteceğiz.

Ha, en fazla ne olur? Aranızdan bir kaç cengâver oradan buradan borç bulup derme çatma üç-beş film yapar ancak… Onlar da sinema gibi sanat dallarının kendi mahallenizde kültürel bir karşılığı bulunmadığı için gişede iki seksen yatar.

Size, ülkenin sanat piyasasında en fazla o ölçekte dans etme şansı tanınacaktır. Bundan hareketle ben de sana diyorum ki şimdiye kadarki bütün çırpınışların beyhudeydi. Kalemi keyif veren, dürüst biri olarak, yol yakın iken kulvarını değiştirmeye bak. Politik iktidar bir gecede alaşağı edilebilir, fakat kültürel iktidarın değişimi öyle sandığın kadar kolay olmaz. An itibarıyla Türkiye''de yaşanan mücadele de budur.”

Masada uzunca bir süredir bekleyen ve artık iyice soğumuş olan fincandan çayımı tekrar yudumlamaya başladığımda, “Ali Murat kardeşim, sen açık sözlü bir adamsın. O nedenle, ben de sana karşı çok açık sözlü olarak davrandım. Yaptığım yorumlara kızmadın değil mi?” dedi tekrardan… “Elbette ki hayır” dedim ben de, “Gerçekte çok iyi bildiğim bir şeyin tıpkı benim gibi dobra dobra konuşmayı seven bir meslek büyüğüm tarafından bu çıplaklıkta dile getirilmesi ancak hoşuma gidebilirdi. Nitekim, gitti de… Bilakis, uyardığınız için sağolun!

Fakat, izin verirseniz ben yine kendi bildiğimi okumaya devam edeceğim. Mâlûm, insanın dünyadaki varlığının anlamına ilişkin çok ünlü bir hadis vardır: Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış…”

Sonrasında da muhatabımla karşılıklı gülüştük ve keyifli bir yaz akşamının sığ bir ideolojik çatışma platformuna dönüşmemesi için “Bu kadar restleşme yeter de artar” diyerek sektöre ilişkin daha başka konulara sıçradık.

* * *

(An itibarıyla Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı makâmına atanmış durumdaki) Malatya Valisi Doç. Dr. Mehmet Ulvi Saran''dan geçtiğimiz ayın başlarında gelen “Malatya Uluslararası Film Festivali''nin ulusal yarışma jürisinde sizi de aramızda görmek istiyoruz” şeklindeki dostça teklifin, özellikle 2000''lerin ortalarından itibaren, yani ustamız Atilla Dorsay''ın başkanlığı sonrasındaki dönemde, Türkiye''de sinema yazarlığı/film eleştirmenliği mesleğinin üzerine âdetâ bir kara bulut gibi çökmüş durumdaki “SİYAD Çetesi”nde cin çarpmasından daha beter bir etkiye yol açacağını ta ilk saniyesinden itibaren adım gibi biliyordum. Nitekim, bu konudaki endişemi Sayın Vali''ye de sıcağı sıcağına aktarmıştım. Ancak, herkesi kendisi gibi görmeye eğilimli bu ağırbaşlı bürokratımız, “Olur mu hiç öyle şey Ali Murat Bey! bizim amacımız, düzenlediğimiz festivalde her renkten, her kesimden aydının dostça bir araya gelmesi, Malatya Film Festivali''nin demokratik bir zemin üzerinde yürütülmesi… Bence, bu tür bakış farklılıkları hem kentimiz, hem de festivalimiz için birer zenginlik oluşturacaktır” diyerek endişelerimi izâle etmeye çalışmıştı.

Fakat, çeyrek yüzyıldır bu piyasanın içinde yer almasından dolayı sektörün ıcığını cıcığını bilen -ziyadesiyle deneyimli- bir adam olarak, son aşamada ne yazık ki Vali Bey''in naif bakışı değil, benim kesin ve keskin öngörüm haklı çıktı. Bir kez daha…

Çünkü, muhataplarımın demokratlık kalibresini, onların beyinlerini esir almış durumdaki "sivil faşizm"i artık o kadar iyi tanıyorum ki…

Malatya''daki o çiçeği burnunda yarışmanın üzerine daha kurulduğu ilk günden itibaren babalarının çiftliği gibi çöreklenip (ki bunu Türkiye''deki diğer film festivallerinde de gözü kara bir şekilde yapmaktalar) bütün yönetim mekanizmalarına yayılmış olan SİYAD çetecileri, geçtiğimiz günlerdeki istişare toplantılarından birinde adımı Valilik yetkililerinden duydukları anda kazan kaldırıp, “Ali Murat Güven ulusal jüride var ise biz bu işte yokuz” demişler. Tam da Alin Öjeni Taşçıyan ve kankalarından beklenebilecek bir despotluk örneği! Bu mesleğe ömrünü vermiş bir meslektaşlarına “kendisini sinema yazarı addeden sıradan bir kalem” demekten zerece utanıp sıkılmayan böylesine rahat yaradılışlı insanlardan daha başka ne beklenebilirdi ki…

* * *
Yazının devamı aşağıdaki linktedir:
12 yıl önce
Rahat ol Alin... Sen hancısın, bizler ise yolcu... (1)
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti