|
Batı medyası kimi temsil ediyor

"Batı gazeteciliği hükümetlerin ve silahların dilinin esiri...” Bu başlığın geçtiği yazı 21.06.2010 tarihinde The Independent gazetesinde Robert Fisk imzasıyla yayımlandı. Bir Gazze ablukası sonrasında, olayları terör, işgali ihtilaf, duvarı çit olarak tanımlayan, olan biteni “yol haritası”, “barış süreci” “Müslüman terörü”, “şiddette fırlama” gibi kavramlarla anlatan batı basınını bu yazıyla analiz etmişti. Üstelik bu kavramları üretip, bölgedeki her türlü hareketi yine bu kavramlarla tanımlamaya zorlayanların da bizzat Ortadoğu haritasını kurgulayanlar oluşundaki ironiye dikkat çekiyordu. Batı basınının Pentagon ve İsrail’den duyduklarını tekrarladığını ve gerçeği gizlediğini yazıyordu. Batı medya kuruluşlarının “hükümetlerin, generallerin, orduların, silahların diliyle müttefikliğin ötesinde sözlü bir ortak haline geldiğini” söylüyordu. Ortadoğu’da batı işgaline dair adalet sözcüğünün yedeğinde “rakip anlatılarla gerçeği başka görüyorlar” şeklinde izahlar vardı. Sözüm ona ‘şerefli habercilerin’ yaptıkları sadece Beyaz Saray, Dış İşleri ve Pentagon arasında; Britanya Başbakanlığı ve Dışişleri, Savunma arasında; ABD ve İsrail arasında yürüyen iktidar ağının geçişmeli ilişkisinden de ibaret değildi. Batı bağlamında iktidar ve medya; kelimelerin kullanımıyla, ifadelerin ve kökenlerin devreye sokulmasıyla; tarihe dair cehaletimizle beslenen bir operasyon aracıydı. Fisk’in yazısı batı basınının ürettiği kavramlarla dünyanın nasıl yönetildiğine dair bir resim gösteriyor.

Ortadoğu söz konusu olduğunda adaletsizliklerin yedeğinde “rakip anlatılar” vardı. Amerikan toplumu bu rakip anlatıların üstesinden gelmeliydi. Mesela Afganistan’da halkından “yabancı savaşçılar” olarak söz edilmesi gibi. Robert Fisk’e göre mesele; hangi tanımları kullanmamız gerektiğini söyleyen batı üretimi klişelerden ibaret değil. Bu akla ziyan bir gazetecilik. “Çeşitli batı gazetelerindeki birçok meslektaşım yeni gazeteciliğin yalan gerçekliğine tutarlı bir şekilde itiraz ederlerse işlerini kaybetme riskine girecektir.” (27.06.2010 Radikal)

BASKIYLA İŞİNDEN OLDU...

Doğrusu yukarıdaki yazıyı aklıma Hasan Cemal’in Harward’dan aldığı ödül ve ona dair söylediği şeyler getirdi. Ödülü alma gerekçesi de ülkesine veryansın ettiği yer de yukarıdaki resme uygun argümanları üreten mekanizmalardan biri.

Deniyor ki; 46 yıllık bir mücadele sonucunda... (Yakın zamana kadar dokunulmaz yazar tahtında oturan birisiydi.)

Türkiye’nin son yıllarına dair Amerika’da değişen tüm iktidar-medya argümanlarını içeren ödül metnini içselleştirip, saygınlık ve onur duyarak bu ödülü almanın bizatihi kendisi çelişkili bir durum. Öyle ki kendisine saygınlık kazandıran ödül ülkesini yerin dibine batırmasına sebep oluyor. Oysa ilkesel ve bağımsız gazetecilik böyle bir ödülü reddetmeyi de beraberinde getirmeliydi. Dünyayı yönetebilmek ve kendi ülkesine daha fazla zenginlik katabilmek için hiçbir şeyden çekinmeyen bunu da dünyaya özgürlük ve demokrasi mücadelesi olarak sunan bir ülkeden, onur duyarak böyle bir ödül almak mümkün olabilir mi? İktidar-medya ilişkisi Türkiye’de sorunlu da Amerika’da sorunlu değil mi? Amerika’nın kendi çıkarları doğrultusunda tüm dünyada medya üzerinde kurduğu hegemonik dil bir baskı aracı oluşturmuyor mu? Hatta bizatihi bu tarz ödüller bile böyle bir şeye hizmet etmiyor mu?

Medya etiğini sorgulamaya nereden ve kiminle başlamalıyız sorusu önemli. Medyayı eski alışkanlıklarını koruyarak yenilemeye talip olmaya da elbette itirazım var. Ancak şikayet edenlerin, durumu kendileri için avantajlı hale getiremedikleri için kızgın olduklarını da görüyorum.

BABIALİ TANRILARI

İrem Barutçu, “Babıali Tanrıları” kitabını yazarken Simavi ailesiyle de görüşmek ister. Ancak şöyle bir cevap alır: “Bu kitabı ne cüretle yazarsın?”

Simavi ailesini anlatan bu kitabı yıllar önce hayretlerle okumuştum. “Ne cüretle” ifadesi aslında bu gelenekten gelen medya mensuplarının bilinçaltı dışavurumları gibidir.

Türk medyasını bir aile öyküsü üzerinden anlatan kitap, gazetecilerin yetiştiği ortam hakkında fikir verirken Babıali’nin Olimpos Dağına dönüşme sürecini de anlatır. Konuyu daha iyi anlamak için kitaptan bir iki alıntı yapmak istiyorum...

“Erol Simavi’nin gazeteleri Nükhet Duru aleyhine yayınlar yapıyordu. Duru, ‘Şikayet etmek için Erol Bey›e gittim, niçin hakkımda kötü yazdıklarını sordum. Bana, eğer kendisiyle birlikte olursam bu tür dertlerimin kalmayacağını söyledi.’ diyordu.” Zafer Mutlu’dan bir alıntı: “Habercilikti, gazetecilikti inanmazdı. Gazete onun tabiriyle ‘boyanır’dı. Gazetenin ucuza mal edilip pahalıya satılması gerektiğine inanan değişik bir adamdı. Kim Türk basınını bu hale getirdi derseniz tek sorumlusu Haldun Simavi’dir. Haldun Bey saygısızdı, sevgisi yoktu, okurunu sevmez, inanmaz, aşağılardı...”

1948’den beri medyanın en güçlü patronları olan Simavi ailesine ait gazeteler aynı zamanda Türk gazetecilerinin yetiştiği okullardır. Her ne kadar onların kurduğu gazeteler (1990 sonrasında gizemini hala koruyan operasyonlarla) bugün başka sahiplerin elinde olsa da aynı mantık sürüp gidiyor.

Ne cüretle...

#Robert Fisk
#Gazze
#ABD
9 yıl önce
Batı medyası kimi temsil ediyor
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı