|
Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile vatana kıyanlar
Gazetemiz Yeni Şafak, alternatif tarih okumaları üzerine belgeler yayımlamaya devam ediyor.

Yeni Şafak'ın yayımladığı belgelerden biri de İsmet İnönü'nün, gazetecilere yönelik İstiklâl Mahkemesi kurdurması üzerineydi.

Olaylar şöyle gelişir: Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından İstanbul'da bazı gazeteler, Hindistanlı Müslüman liderler Ağa Han ve Emir Ali'nin halifelik ile ilgili Türkiye'ye gönderdiği mektubu yayımlar. Mektupta dünya Müslümanları için halifeliğin öneminden bahsedilerek bu kurumun Türklerde kalmasının Türkiye'ye güç katacağı belirtilir ve halifeliğin kaldırılmaması gerektiği tavsiye edilir.

Hindistan İsmaili tarikatının lideri Ağa Han ile Londra-İslam Cemiyeti Başkanı Emir Ali'nin 'hilafet' ile ilgili isteklerinin 5 Aralık'ta bazı gazetelerde yayınlanması akabinde 8 Aralık 1923 tarihinde, Meclis'te İsmet Paşa, bu şahısların İngiliz Hükümeti'nin yönlendirmeleriyle hareket ettiklerini ve bu mektubu yayımlayanların Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun birinci maddesine göre suç işlediklerini ileri sürerek İstanbul'da bir İstiklâl Mahkemesi kurulmasını teklif eder. Yapılan muhalefete rağmen 50 numaralı Meclis Kararı ile İstanbul'da bir İstiklâl Mahkemesi kurulur.

En baştan şunu belirteyim, bir asır evvel vuku bulmuş hâdiseleri, bugünün şartlarıyla değerlendirmek elbet hatalı bir yaklaşım, dolayısı ile o günün şartlarını göz önünde bulundurarak “Ne var bunda?” diyebilirsiniz, aşağıda anlatınca ne olduğunu göreceksiniz.

Medeniyet ve kültür kavramları sık sık birbirinin muadili olarak kullanılan kavramlar, ancak birbirlerine tam olarak muadil olduklarını da söyleyemeyiz. Prof. Dr. Ziya Kazıcı Hoca, Ziya Gökalp'e referans vererek, bu iki kavramın farklılıklarını ortaya koyarak diyor ki: “Kültür millidir, medeniyet beynelmileldir. Kültür değişmez, ancak medeniyet değişebilir.”

Ziya Gökalp ideolojisi ve dönemin ruhu bunu söylemeyi gerektiriyor zira dönem itibariyle Ümmet Birliği/İslam Birliği, ırk birliğine dayalı ulusal devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte çözülmeye başlıyor. Yeni bir dünya düzeninin kurulduğu bu dönemde başta Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin başını çektiği sömürgecilik faaliyeti, ırk birliğine dayalı politikaları Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda körükleyerek, yeni/yıkıcı bir dünya düzeninin temelini atıyorlar.

Ümmet/İslam birliğini baltalamanın en kestirme yolu olan ırk birliğine dayalı siyaseti destekleyen sömürgeci aktörler, Ümmet/İslam birliğinin mühim bir yapı taşı olan hilafet kurumunu da hedef alıyorlar.

Hilafet kurumu, hem bir yapı taşı, hem de geçirdiği evreler ile bizlere İslam medeniyet tarihi hakkında bilgi verdiği için ehemmiyeti olan bir müessese. Bu mühim müessesenin çözülmesi demek, aynı zamanda onun bir arada tuttuğu kitlelerin de çözülmesi demektir.

Buradan hareketle hilafet kurumunun uzun tarihine, çalışmam bir köşe yazısı olduğu için mecburen özet olarak bakalım…

Halifeliğin orijinin Rasûlullah (SAV) örneğinde görüyoruz, ancak Allah'ın seçtiği peygamber olarak Hz. Muhammed'in halifeliği durumu orijin olmakla birlikte, haleflerinden oldukça farklı. Peygamber ve aynı zamanda devlet başkanı olan Hz. Muhammed (SAV) örneğini orijin kabul etmekle birlikte, halefleri için tam bir örnek sayamayız. Rasuûlullah Efendimiz'in ardılı olan Hulefa-i Raşidin ise Asr-ı Saadet dönemi ve özgün örnekler olması açısından sıradan örnekler olmanın dışındadır.

Hz. Ali'ye muhalefet ederek, seçilmiş hilafete bir nevi isyan eden Muaviye örneği ise bu minvalde sorunlu bir örneği teşkil ediyor. Zira, Rasûlullah sonrası, halife seçimi itikâdî değil yalnızca siyasi tartışmaları barındırırken, Emeviler ile birlikte siyasi ve itikâdî bir probleme dönüşüyor. Çünkü Muaviye örneği, kendi yanlış tutumuna kader gibi çetrefilli bir meseleyi dâhil ederek “Allah, benim halife olmamı istedi, beni seçti.” diyerek meşru bir zemin hazırlıyor. Ve itikâdî bir mesele olan kader tartışmaları başlıyor.

Bir diğer mesele, Farisîlerin desteğiyle yönetimi devralan Abbasiler ile devam ediyor. Mutezilî düşüncenin bir dönem neredeyse resmi ideoloji olduğu Abbasi Hilafeti döneminde, halifelik kurumu daha da yoğun bir şekilde siyasi/itikâdî tartışmaların odağı oluyor.

Abbasi kıyımından kaçarak Endülüs'e gelen Abdurrahman'ın burada kurduğu Endülüs Emevî Devleti zaman sonra kendi hilafet kurumunu ilan ediyor.

Birbirine yakın zamanlarda, birden çok sayıda halifelik ilan edilmiş olsa dahi, en etkin isimler olarak bir dönem İslam coğrafyasında Fatimîler'in Şii hilafetinin; Endülüs Emevîleri'nin -3. Abdurrahman ile birlikte- Emevî Sünni hilafetinin, yine Abbasîlerin de kendi hilafetinin mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak burada mühim olan husus şu: Kendi başına bir devlet başkanlığı rolü de taşıyan halifelik müessesesi, Abbasiler döneminde bir dönem maalesef siyasi otorite olmaktan çok, siyasi otoritenin yan ve meşru kaynağı oluyor. Hilafet kurumu böyle bir değişim gösteriyor.

Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesine çıkışıyla birlikte, özellikle Yavuz Sultan Selim Hân'ın Mısır'ı alması sonrası, artık hilafet kurumu Osmanlı örneğinde “Hâdimu'l-Harameyn” modeli alıyor ve Memlûk sultanları elinde, yetki ve itibarı sınırlanan halife, Osmanlı eliyle farklı bir pozisyon alıyor.

Halifelik kurumu, zaman içerisinde çok farklı modeller gösterse de, pragmatik olarak kullanılsa da, Osmanlı örneğinde çoğu kez kaybettiği itibarı kazanmıştır, zira Osmanlı sultanları bunu görev addetmiştir.

Allah rahmet eylesin, bugünleri yaşadığımız için artık kendisini daha iyi anladığımız 2. Abdülhamit Hân'ın da “İslam Birliği” –“İslam Birliği” yerine genellikle “Panİslamizm” ifadesi kullanılıyor ancak oldukça oryantalist ve kısmen yanlış bir ifade olduğu için kullanmamak daha sağlıklı- ülküsü içerisinde sahip çıktığı kurum, yazımın başında konusu geçen Hindistan Müslümanlarının yoğun ilgisine mazhar olmuştur. Zaten kendilerinin Müslüman olma sürecinin Türkler eliyle olduğu ifade edilmektedir.

Sömürgeci İngilizlerin, dönem itibariyle Osmanlı'ya alâkası ve muhabbeti bulunan, Hindistanlı Müslümanların gücünü kırmak için aynı zamanda ayaklanmalarından çekindikleri Hindistanlı Müslümanları yönlendirmek için hilafet kurumunu kullandıklarını gayet iyi biliyoruz. Aynı kurumun yer yer içi boşaltılsa da, mevcut ehemmiyeti nedeniyle hedef alınmış bir kurum, özellikle İslam'ı hedef alanların hedef aldığı bir kurum.

Bu toprağı sömürmek isteyen sömürgeci aklın, Hıyanet-i Vataniye Kanunu hikâyesiyle bu toprağın evlatlarına kıyanların, “ihanet” kavramının içini boşalttıkları için hak dâhilinde kullanmaktan bile itina ile çekinmemizin müsebbibi olanların, vatanı koruma hikâyesiyle, İngiliz'in işaret ettiği şekilde ilgâ ettiği halifelik kurumu, artık karizmatik liderler eliyle, çok farklı bir pozisyonda, çok farklı bir isimle, bugünün dünyasında olması gerektiği şekliyle Doğu Türkistan'da orucu yasaklanan, Filistin'de toprağı işgal edilen, Suriye'de tecavüz edilen, Amerika'da, Almanya'da hemen her gün antiİslamist saldırının muhatabı olanın umudu olarak başka bir formda varlığını devam ettiriyor. Bunu nereden mi anlıyoruz, o umudu yeşerten isme, o umudu yeşerten ülkeye içimizdeki hainler ve dışımızdaki düşmanlarla el birliğiyle, Gezi'de, 17 Aralık'ta açılan savaşa bakıp anlıyoruz. Dün, Müslümanlar üzerinde etkisi olan bir kurumu, bir gün övüp; diğer gün altını oyan İngiliz'in, dün savaş açtığı Recep Tayyip Erdoğan'ı, bugün gazetelerinden Telegraph'ta övmesinden anlıyoruz, Erdoğan'ı Atatürk'ten bu yana en güçlü lider olarak niteleyen gazetenin dilinden anlıyoruz. Ama artık biz bu pragmatist siyaseti yemiyoruz.

Son olarak; mevcut yazım sonrası okuduğunu anlamaktan bîhaber şekilde “Hilafeti geri getirecekler” yaygarası kopartacak olanlara kargo bedava olmak üzere 6'lı ekonomik paket maden suyu gönderiyoruz. Âfiyet olsun.

#Yeni Şafak
#Halifelik kurumu
#Endülüs Emevî Devleti
9 yıl önce
Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile vatana kıyanlar
Bize bizden büyük düşman yok
Muhammed Zâhid El-Kevserî-2
Siyaset ve ekonominin çatallaşması: Yunanistan (2)
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?