|
Papa Francis’e “Tahta Bilet” ile  selam verelim mi?

Bazı kitapların kaderi vardır. Bir nasibi. Bir anın içinde kendini hissettirme becerileri vardır.

Kuş Uçar Kervan Geçer böyle kitaplardan. Yoğun geçecek bir günün sabahında masamda buldum. Her zaman yaptığım gibi ilk sayfasına göz attım. Eğer kitap beni ayakta yakalarsa, oturmaya fırsat bulamadan ayak üstü okumaya başlarsam, yazarını bir şekilde bulur tebriklerimi iletirim.

Hande Topbaş daha önce adına rastlamadığım bir yazar. Ama gezi edebiyatının öne çıkacak isimlerinden biri olduğunu hemen söyleyebilirim. Kitap Şule Yayınları’ndan çıktığı için değerli yazar Ali Ural’ ı aradım. Tam tahmin ettiğim gibiydi. Hande Topbaş, Ali Ural’ın yazı atölyesinde yıllarca çalışmış ve sonunda bu kitabı inşa etmişti. Bu anlamda Ali Ural edebi kamuya pek çok isim kazandırdı. Ayşe Sevim, Güzide Ertürk ve Naime Erkovan ilk kitaplarından itibaren kendine mahsus ses ile edebi kamuya dahil oldular ve o sesin frekansını yükselterek yol almaya devam ediyorlar.

Hande Topbaş’ın kitabı, bir gezi kitabı. Ve gezi edebiyatının en güzel kitapları arasında yer almaya aday.

Papa Francis’in Türkiye ziyareti bütün dünyada yankılar uyandırırken, sizleri Hande Topbaş’ın “Tahta Bilet” başlıklı İtaya izlenimlerine davet etmenin hoş olacağını düşündüm.

Buyurun:

TAHTA BİLET

Gezgin çocuklara benzer, seyahatte arkasında bıraktığı her şeyi unutur. Sorumlulukların bir süreliğine ertelenmesi, bir nevi ateşkestir, bir soluklanma. İş adamları, akademisyenler, politikacılar hatta anneler bile bu kaygısızlık havasından kendilerine düşen payı alır. Bana gelince bir gezgin olarak sorunları dolaba kilitleyip çoktan yollara düşmüşümdür. Eve döndüğümde kilitleri açmaktan asla korkmam. Raflardan dökülenler daha az acıtır canımı, bazılarının sadece gölgesi kalmıştır.

Çocukluk hayallerim İtalya’da geçti. Görmediğim bu kentin pek çok köşesini, gezenlerden daha iyi bilirim. Düşlerimdeki bu ülke daha ilk günlerde beni büyüledi. Resimler derinleşmiş, sesler ve kokular belirginleşip canlanmıştı. Yirmi yaşın coşkusuyla Aşk Çeşmesi’nin önünden saatlerce ayrılamamıştım. Bir avuç bozukluğu dilek tutmadan attım suya. Daha geniş, daha görkemli, daha inanılmaz sanırdım. Çeşme ara sokakta sıkışmıştı. Resimler yalan söylemişti bana.

İspanyol Merdivenleri’ne doğru yürüdüm. Rengârenk dükkânlar, salınarak gezinen ince uzun kadınlar, daracık ceketli İtalyan erkekler, kendini alışverişe adamış telaşsız turistler ve merdivenlerde birbirinin üstüne yığılmış gençler. Her ülkenin bir kokusu vardı. Hindistan safran, İsviçre kar kokardı. İtalya’nın kokusunu duyamamıştım. Sokakta sıralanmış kahveler bana ipucu vermeye çalışsa da onları dinlemeden yoluma devam ettim. Faytonla gezmek her zaman çok hoşuma gittiği için biraz pazarlıktan sonra kadife koltuklu arabaya bindim. Nal sesleri eski taş binalarda yankılanmaya başladı. Roma, bin yıllık medeniyetten arta kalan başkent, Fatih’in zaptettiği elmanın diğer yarısı, ikiz kardeşlerin şehri.

Galileo’ya doğruları inkâr ettiren şehir meydanlarıyla ünlü. Hepsinin bir hikâyesi, bir dikili taşı ve onu süsleyen bir heykeli var. Aslında bu İstanbul’da yaşayanlar için çok tanıdık bir mimari. Tek farkı var: Navona Meydanı pırıl pırıl korunmuşken, biz Çemberlitaş’ı tanınmaz hale getirmeyi başarmışız.

Faytonla neredeyse Roma’nın yarısını gezdim. Meydanlar, Pantheon, kiliseler, Vatikan, kale, Kolezyum, Roma forumu ve çeşmeler. Eski pagan tapınağına girip Rafael’in mezarına dokunduğumda adımlarım taş zeminde yankılandı. Alfredo’da fetuccini yedim, çeşmelerin kenarında kahvemi yudumladım. Heykellerin süslediği köprüden geçerek girdim St. Angels Kalesi’ne. Cem Sultan’ın Kur’ân okuyan sesi kırmızı tuğla duvarlara, soğuk hücrelere işlemişti. II. Beyazıt’ın ödediği altınlar sayesinde işkence odasında kıvranmamış, ayaklar altına alınmamıştı ama Hristiyan olması için yapılan baskılar kalbini kırmış, ölümün bile özgürlüğüne kavuşturamadığı cansız bedeni dört sene daha kâfir toprağında hapis kalmıştı.

Dünyanın herhangi bir yerinde idam cezası kalktığında Kolezyum’un ışıkları beyazdan altın rengine dönse de güneş her gece kemerlerin üstünden yüzü kızararak batıyordu. Bu utanca gladyatörlerin kanı, acımasız politik yarışlar, din adına yapılan oyunlar sebep olmuştu. Roma’nın cıvıltısı geceye rağmen dinmezken Kolezyum’u gezen turistler sessizdi. Fransızların uyanık, İspanyolların kararsız, Türklerin ilgisiz ve Amerikalıların alaycı bakışları parmaklıklar ve dehlizler arasında dolaştı. Çatlak duvardan atlayan gladyatör benden daha şaşkındı. O muhteşem binanın derbederliğine, bense seyircilerin gözündeki kana susamışlığa şaşırdım. Bir aslan kükredi ve herkesin gözü kralın işaretine takıldığında gladyatörün gözyaşları alev olarak aktı. Dakikalar yoktu artık, saniyeler yoktu! Zaman silindi. Bir an kıpırtısız kaldı gladyatör. Metal metale çarptığında rüzgâr yeniden esti. Korku kanat çırptı karnımda, serin rüzgârı dağıldı damarlarıma. Kanla kirlenmiş kılıç güneşte parlamadı. Kabzada sıkılı kaldı yumruklar. Hayvan pisliği ve ter kokusu birbirine karıştı. Gladyatörün kasları şişmiş kolu havada döndükçe damlacıklar uçuştu. Ter damlaları arenaya düştüğünde yok oldu. Seyirciler sevinmedi sonuca. Hırs dolu aç gözlerde tatminsizlik dolaştı. İnsan kanına aç topluluk lanet okudu aslana. Onlar ne ilkti ne de son. Kolezyum kan kokuyordu ve bu kan kokusu için tahta bilet dağıtılıyordu girişte.

Bir ülkenin hayalimizde aldığı çehreler insandan insana ve zaman içinde değişir. Fatih’in fethetmek için yanıp tutuştuğu, annemin adım atmaktan korktuğu Vatikan, benim için keşfedilmesi gereken bir ülkeydi. Sadece dini çerçeveden bakmıyordum. Roma’nın gücü onda gizliydi. Görmek istediğim yerler ulaşılmazdı. Okumak istediklerim, Papa’nın erişebileceği parşömenlerde gizliydi.

Duman olmayı başardığımda gümüşten bir sis olacağım. Karanlıkta parlayıp yolunu aydınlatan, gün ışığında görünmeyen, deniz kokan bir sis. İşte o gün tekrar buraya gelip anahtar deliğinden kütüphaneye gireceğim. Evliya Çelebi’nin Afrika haritasına saatlerce bakıp Galileo’nun simetri tutkusunu kitaplarında arayacağım. Kilisenin gizem ve sırlarını tek tek güvercinlerin ayağına bağlayıp dünyanın dört bir yanına yollayacağım. Karanlık tünellerin yıllardır yanmayan meşaleleri yanacak. Papa’nın öğrencileri ve dünya istedikleri kitaplara kavuştuğunda sırlar gün ışığına çıkacak. Büyük bir kartal Roma’ya ihanet edip Nil haritasını İstanbul’a uçuracak.

Vatikan’ın kralı İsviçreli muhafızlar tarafından korunuyor. Papa dünyanın en küçük ülkesinin başkanı, Katoliklerin ruhani lideri, bir kanun koyucu. Bu ülkenin kırları, dağları, ırmakları yok. Büyük şehirler gibi nesilden nesile değişmedi. Bilgeliğini ve gizemini hiç kaybetmedi.

Meşaleler karanlık tünelleri aydınlattığında uzadı gölgeler. Kardinallerin kırmızı etekleri taş zemini süpürürken sadece perdeler kıpırdadı. Bacadan siyah duman tüttüğünde San Pietro Meydanı karıştı. Roma’nın bir papaya ihtiyacı vardı. Çıkarlar çatıştı, tutulamayacak sözler verildi. Beyaz duman Vatikan’ın sırlarını örttüğünde yeni papa koltuğuna oturmuştu. Çanlar yankılanırken kan damarlara vurdu. Surların ötesindeki ayin kilitli kapılar arkasında yaşandı. Bilgelik ve erdem kaybedildiğinde, güçlü olan başa geçti. Ünlü ailelerden seçildi papalar. Vatikan’ın amblemi asla değişmese de her papa, armasında soyunun işaretini taşıdı. O bir Medici’ydi, Borges’ti.

Bugün internetten aldığım biletle bir turist kafilesinin içine karıştım. Kulaklığımı takıp 150 numaralı bayrağın peşinden ilerliyorum. Rehber anlatarak yürüyor, ben peşinden. Herkesin sırtı dönük. Yüzler kayıp. Önümde mavi montlu, kıvırcık saçlı bir kadın ilerliyor. Rehberin düşüncelerini gözlerinden okumak istiyorum. Michelangelo’ya hayran mı, Papa’yı seviyor mu? Müze kalabalık. Mavi montu göremezsem kafası yumurtaya benzeyen kel adamı takip edeceğim.

Heykelli koridorda mermer ipek olup süzülmüş omuzlardan; kaslı bacağa dolanmış bir sandaletin kurdelesi, yılanın çenesinden süzülen zehir, savaşçının yüzündeki acı, ölünün gevşemiş dudaklarında bir kıvrım. Konstantin’in kızına ve babasına ait mor lahitler. Bizans’ın hikâyesi burada başlamış. Romalıların Mısır’dan çaldıkları, geniş bir salonda sergileniyor. Maskeler, mumyalar çöle hasret. Çanakların deseni yabancı, uymuyor bulundukları binaya. Raphael’in freskleri baş döndürücü. Melekler kılıç kuşanıp Konstantin’e yardıma gelmişler.

Atina Okulu’nun resmedildiği duvarda Platon, Sokrates, Da Vinci, Michelangelo ve ressam ölümsüzleşmiş. Sanat tarihçilerinin zihnine kazınmış bu resim. Genç Raphael odadakileri tek tek süzüyor. Goblen duvar halıları sanatta yağlı boyayı geçmiş. İsa’nın gözleri nereden bakarsam bakayım beni takip ediyor. Goblenin sırrını çözmek için parmaklarımı havarinin uçuşan eteklerinde, yere düşmüş yapraklarda gezdirdim. Tek hissettiğim yünün sert dokusuydu. İsa’nın gözleri sırtımda, haritaların olduğu koridora geçtim. Merkez Roma’ydı. Haritanın ortasına yerleştirdiler onu. Adalar ters görünse, dünya yönünü de şaşırsa Roma hep merkezdeydi.

Sistine Şapeli Süleyman’ın tapınağıyla aynı ölçülerde inşa edilmişti ve Vatikan gibi o da Papa’ya aitti. Ressam imza atmadı resmine. Michelangelo yüzünü resmederek mühürledi freskleri. Tavan süslemelerinde kadın, pagan dinini temsil ederken yaşlı adam Yahudiliğin simgesiydi. Âdem Tanrı’nın parmaklarına değdiğinde can buldu. Ressam insanoğlunun hikâyesini çizdi kubbeye. Yıllar geçtikçe Papa’nın sabrı taştı ve Michelangelo’yu iskeleden atmakla tehdit etti. Resim yapmaya tövbe eden heykeltıraş yıllar sonra başka bir Papa’nın emriyle geri dönmek zorunda kaldı. Kıyamet Günü’nü boyadı duvarlara. Dante’nin kayıkçısı Charon ölüleri cehenneme taşıdı. Zebaniler topraktan insanları söktü. İsa hiç bu kadar heybetli resmedilmemişti. Hâkimdi.

Tamir etmek her zaman inşa etmekten zordur. Dört yılda yapılan freskler yüzyıllar sonra yirmi senede temizlendi. Kandillerin isiyle kararan etekler turuncuya, maviye, orijinal rengine döndü. Sistine Şapeli’nde konuşmak yasak. Turistler fotoğraf çekemeden freskleri inceliyor. İlahiler yükseliyor hoparlörden. Müzeden farksız, sadece mihrabı ele veriyor onu. Oysa kandiller yanmalı, genç rahiplerin dudaklarından kutsal sözler dökülmeli. İs ve tütsü kokusu üstüme sinmeli. Müslüman olmama rağmen huzur bulmalıyım. Yine de içim rahat etmeyip İsa’ya mum dikmek için kandillere uzandığımda söndürmeliyim kibriti.

#Kuş Uçar Kervan Geçer
#Hande Topbaş
#Şule Yayınları
9 yıl önce
Papa Francis’e “Tahta Bilet” ile  selam verelim mi?
‘Milî kültürümüz’ o sessizlikte yatıyor
MEB’in 2023 Yılı Faaliyet Raporu’nda öğretmenlerle ilgili neler yer alıyor?
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm