|
Yorgun ve gemisiz

Her biri endişe renginde arabalarla tıka basa dolu otopark. Her biri içinde umudu arayan hastalarla dolu hastane. Bir hasta, solgun, yorgun, uzaklardan kaçacak bir yer bakıyor kendine mecalsizce. Bakarken arada bir inildiyor, içine.

Allah’ım ne kadar da yalnız insan şu koskoca kainatın içinde. Şu koskoca kainattan daha kocaman bir dert taşırken içinde.

Yollar, caddeler, meydanlar, koşuşan insanlarla dolu, her biri ayrı bir yere. Her biri kendi içine kanayan bir başka hikayeye.

Gözleri kendi endişesiyle sımsıkı bağlı, göremeyecek kadar bir başkasını, bir başkasının yine kendiyle doldurduğu hikayesini.

Elleri, karaltıların içinden kendine geçecek bir yer arıyor gibi tedirgin hareketler içinde. Kim bilir hangi kayboluş gizli, bütün bu arayışların içinde.

Allah’ım nasıl da yalnız bir insanın hikayesi şu sayısız hikayenin içinde. Ne tufanlar kopuyor durgun akıyormuş gibi görünen bu sessiz ırmakların içinde.

Didem Madak’ın ‘Ah’lar Ağacı’ kitabından itinayla koparılmış mısralar: “Bir zamanlar kendimi/ Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım./ Kaç metredir benim yokluğum? Benden daha çok var sanmıştım./ Benim yokluğumdan dünyaya/ Bir elbise çıkar sanmıştım./ Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan/ Sonunda ben de alıştım./ Ah...dedim sonra,/ Ah!”

Bazen, ara ara, bir şeylerin tutacak yerini bulamaz hale geldiğinde,
ısırgan
bir eskimenin parmak uçlarından girerek bütün bedenine yayılmaya başladığını hissediyor insan. Eskimek, belki de, önü alınamaz biçimde eksilmeye başlaması bir şeylerin hayattan, hayatımızdan. Eskimenin başladığı yerse, sıradan bir günü yaşarken bunu ilk kez fark ettiğimiz o sarsıcı vakit! Hiç beklemediğimiz bir anda, birden bire...

Farzımuhal, gidenlerin bu dünyaya geri dönmeleri mümkün olsaydı, yaşarken yapamadığı şeylerden hangilerini yapmaya koyulurdu insanlar? Ne çok şey gelirdi kim bilir aklına; hangisini önce yapsa, nereden başlasa, neyi neyin önüne, neyin ardına koysa... Eksik kalan hangi şeyi fırsat varken yaşasa, bir an bile ertelemese...

Ne çok şey kalıyor kim bilir bu dünyadan giderken insanların aklında! Keşke yapsaydık, bir başka zamana bırakmasaydık dedikleri ne çok şey! O vakit nasıl sormayız şu yakıcı soruyu: Hayat, nasıl geçirirsek geçirelim, bir büyük pişmanlık gibi mi birikiyor yoksa içimizde?

Birkaç mısra da Tanpınar’dan alalım, ‘Zaman Kırıntıları’ şiirinden: “Kim tanır bizi şimden sonra,/ Aydınlığı kıt gecemize/ Misafir olanlardan başka;/ Kuru tahta üstünde bizimle/ Paylaşanlar günlerimizi/ Ve benim gözlerimle bakanlar güneşe/ Ancak tanır bizi/ Mor çemberlerin uçuştuğu akşam sularından! Akşamın tek bir ağaç gibi/ Dal budak sardığı sular/ Çocukluk rüyalarının bahçesi!/ Sakın kimse el sürmesin dallara,/ Yapraklar, meyvalar olduğu gibi kalsın/ Benim uykum boyunca.”

Çocukluk fotoğrafları nasıl da dokunuyor insanın içine. Çocukluk...
Ufukta, artık dumanı bile görünmez hale gelmiş uzak, çok uzak bir gemi... Güvertesinde hiç yorulmadan neşeyle koşup oynadığımız... Büyümek o limanda kalakalmak, o gemi gözden kayboluncaya kadar ardından bakmak gibi... Sonra yavaş yavaş sönüyor içimizde bütün gemi ihtimalleri... Bir tek her yeri saran maviliğiyle o kocaman deniz kalıyor geriye... Ve dilerseniz eğer, limanın ucuna doğru usul usul yürüyüp uzun uzun düşünmek elinizde, o uzak gemileri...

“Bir yerden sonra” dedi beyaz saçlı adam, “kime söyleyeceğini bilemediği için dilinin ucundan geri çeviriyor insan kelimeleri”.

#Didem Madak
#insan
#yalnız
2 yıl önce
Yorgun ve gemisiz
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset