|
AB yolunda siyasi taşlar

Sevdiğim bir Çin atasözü var: Kuş, bir cevabı olduğu için değil, ezberinde bir şarkı olduğu için öter.

Avrupa Birliği’nin (AB), bırakın taze gelişmeleri, son yıllarda Türkiye’ye karşı sergilediği tutum da, bana hep bu sözü hatırlatıyor. Hep aynı “kifayetsiz nakaratlar”...

50 yıldır kapısında beklediğimiz AB, 2005’ten beri yol almaya çalışan üyelik müzakerelerini yokuşa sürerek hayal kırıklığı yaratırken, bir yandan da üstüne elzem olmayan azarlarla, üvey evlat muamelesini sürdürüyor.

AB’nin taraflı tutumuna dair birçok gösterge var. Örneğin, bizimle aynı dönemde müzakerelere başlayan Hırvatistan, 2013’te AB üyeliğini elde ederken, biz hala adaylık statüsünde emekliyoruz. Üstelik ağır sisli bir yolda...

Bu yavaşlık ve belirsizliğin, kıyas teşkil eden ülkelerin farklı ilerleme hızlarıyla açıklanması da mümkün değil! Zira 10 yıla yaklaşan dönemde Türkiye için, 35 fasıldan 14’ü müzakereye açılırken, ancak 1 fasıl geçici olarak kapatılabildi. Daha da kötüsü, zaten bir kısmı açılabilen fasıllar, toplu engel nedeniyle kapanamadığı için bir yere varılamıyor.

Bu da yetmiyor; 8 fasıl Kıbrıs çerçevesinde Ek Protokol nedeniyle AB tarafından askıda bekletilirken, farklı 3 fasılda da Fransa’nın şerhi var. G. Kıbrıs’ın tek taraflı bloke ettiği 6 fasıllık kaprisi de ekleyelim.

AB’nin bugüne kadar hiçbir aday için böyle bir siyasi blokaj uygulamadığı ve fasılların kapatılmasına da toplu bir engelleme koymadığı düşünüldüğünde, bu ilerle(me)yişin normal olmadığı gün gibi ortada.

ÇIPA ETKİSİNİ KAYBEDİYOR

Tüm bunlar, yapıcı bir süreci karşılıklı götürebilme fırsatını da ister istemez zedeliyor. İlişki, somut adımların giderek geciktiği bir seyirde, siyasi gelişmelerle şekillenen ve yıpranabilen farklı bir boyuta geçiyor. Hal böyle olunca da, AB Türkiye’deki çıpa etkisini kaybediyor.

Sürecin gerek sağlıksız işlemesi, gerekse siyasi saikler taşıyan taşlarla döşeli bir yola sokulması, aslında ülke ilerleme raporlarından da açıkça okunuyor. Avrupa Komisyonu 1998-2014 arasında ülke başına ortalama 7,5 rapor yayınlamışken, Ekim’de yayınladığı 17. Türkiye raporuyla kendi rekorunu kırmaya devam ediyor. Gelmiş geçmiş hiçbir aday ülke, bizim rapor sayımıza yanaşamıyor.

Hadi sayıyı geçtik; adı “ilerleme” olan raporlar, üyelik sürecimizin ilerlemesi için gerekli yaklaşımı da sergilemiyor. Çıkış amacı teknik gelişmeleri değerlendirerek adayları hedefe yaklaştırmak olan bu raporlarda, siyasi bir yaklaşım hâkim. Bu ise, gerek inandırıcılığı gerekse etkin bir üyelik sürecini baltalıyor.

DAHA KAÇ RAPOR GEREK?

AB ile 50 yılımızın en yakın takipçilerinden İktisadi Kalkınma Vakfı’nın (İKV) yayınlamış olduğu son analiz de, bu konuyu mercek altına alıyor. İKV Genel Sekreter Yardımcısı Melih Özsöz tarafından hazırlanan “İlerlemenin Matematiği” isimli çalışma, nereden nereye geldiğimizi adım adım inceleyerek, “daha kaç rapor gerek?” diye soruyor.

Avrupa Komisyonu’nun toplam 17 rapor ile 1.786 sayfalık bir Türkiye külliyatı edindiğini belirten analiz, bunun basit bir hesapla 6,5 Lizbon Antlaşması büyüklüğüne ulaştığına dikkat çekiyor. Daha da ilginç bir veri, 17 yıllık seride rapor sayfa sayısının giderek düşerken, siyasi kriterler bölümünün ağırlığının ise artması. Bu tespit, Komiser Füle dönemi için özellikle göze çarpıyor.

Siyasi faktörlere yapılan vurgu, teknik kriterlere verilen önemin ötesine geçince de, hem rapor amacına hizmet etmiyor hem de “raporlar neyin ilerlemesini ölçüyor?” dedirtiyor. Tüm bunlar, ilerleme raporlarının reform sürecini tetikleyen etkin bir araç olmasını imkânsızlaştırıyor.

Üstelik İKV çalışması, ilerleme kriterlerinden yola çıkarak, blokajları da kapsayan toplam 29 fasılda bugüne dek müzakerelere başlanmış olması gerektiğini tespit ediyor. Ve İlerlemenin Matematiği kurduğu denklemden, yeni nesil bir ilerleme raporuna ihtiyaç olduğu sonucunu çıkarıyor.

SEPETTEKİ YUMURTALAR

Tüm bunlar göz önüne alındığında, AB kaynaklı halis olmayan niyetlerle dolu bir yolda yürüdüğümüz aşikâr. Ancak buna rağmen, gevşek bir ipin ucuna bağlı üyelik sürecimizin de, mevcut ilişkilerimizin de sağlıklı bir seyirde gitmesi gerektiğini düşünüyorum.

Özellikle olumsuzlukların yılgınlık yarattığı dönemlerde “AB bize ne katar ki?” sorusu akıllara gelebiliyor. Bu bağlamda üye ülkelerin durumunu inceleyen çalışmalar, AB’ye katılımın pozitif katkılar getirdiği sonucuna varıyor. Her ülkenin dinamikleri farklı olsa da, ticaret ve yatırım ilişkilerimizin ciddi oranda bağlı olduğu bölgeyle entegrasyon, bizim için de kritik bir ekonomik güç niteliğinde.

Özellikle Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı TTIP’in hayata geçmesi durumunda, böylesine dev bir oluşumdan uzak kalmak istemeyeceğiz. Yeniden şekillenen enerji haritasında ise, Avrupa’ya kapı açan stratejik konumumuzdan vazgeçemeyiz. AB desteği, ayrıca Çözüm Süreci gibi demokratik gelişim adımlarımızda da önemli. Dolayısıyla, AB’nin getireceği katkıların yanı sıra, AB’den kopuk bir hayatın gelecekte neleri götürebileceği de sorgulanmalı.

Bu nedenle, karşımızda objektif, yapıcı ve saygılı bir AB görme talebimizde ısrar ederek, bağlarımızı mümkün olduğunca düğümsüz bir şekilde sürdürmek önem taşıyor.

Öte yandan, küresel entegrasyonumuzu güçlendirmek amacıyla, sepetimizdeki yumurta sayısını da pek tabii artıracağız. Bunun en taze örneği, Rusya. Rusya tecrübesinin verdiği en anlamlı ders ise, sepetteki yumurtaların birbirine çarpmasını önleyerek, itinayla yol almamız gerektiği...

#Çin
#AB
#Türkiye
#müzakere
9 yıl önce
AB yolunda siyasi taşlar
Yılların izi
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü