|
Bu bir gezi yazısıdır

Gündemin ve şehir hayatının yoğunluğundan yorulduk. Üzüldük. Sıkıldık. Biraz nefes alma zamanı.

Baharın şu ilk günlerinde, kış mevsimini görmeye gidiyoruz.

Kar yağışı, köylülerin yüzünü güldürür, şehirlileri ise çoğunlukla üzer veya tedirgin eder. Birinin ‘bereket’ dediğine, diğeri ‘felaket’ diyebiliyor. Böyle bir dünyada yaşıyoruz.

İstikamet Kapıorman dağlarında bulunan Susuz Yayla. Gecenin sonuna doğru, İstanbul’dan çıkıyoruz.

Her seferinde, Karapürçek beldesine uğrayıp uğramama konusunda kararsız kalıyoruz. Yine öyle oluyor.

Sabahla birlikte Dokurcun’dayız. İçinden Mudurnu Çayı’nın geçtiği belde. Bizi buraya neyin çektiğini hâlâ tam olarak anlayabilmiş değiliz. Düzenli aralıklarla geliyoruz.

İki kilometre ötesi Tavşan Suyu köyü. Belde Sakarya’ya, köy ise Bolu’ya bağlı. Beş dakikada bir şehirden diğerine dâhil olmak, insanda hoş duygular bırakıyor.

Bahara yakın yerlerden geçiyoruz. Erikler çiçek açmış, kuşların neşesi yerine gelmiş, suların sesi yükselmiş, toprak hareket etmiş. Bunun gibi şeyler.

Köyden sağa dönüp Sülüklü Göl yoluna giriyoruz. Fakat yolculuğumuzun gölle bir ilgisi yok. Hedefimiz su değil, kar.

Rakımın yükselmesiyle beraber, kar da görünmeye başlıyor. Önce yolun kuzeye bakan yamaçları, sonra güneş görmeyen yerler. On dakikaya kalmadan, beyaz, tek hâkim renk olarak karşımıza dikiliyor. Artık karlı bir yolda ilerlemeye çalışıyoruz. Bir müddet sonra, aracımız ilerleyemeyecek duruma geliyor. Ve yürüyüş başlıyor.

Aşağıda bahar, yukarıda kış.

Böylece, kendimizi doğaya salmış oluyoruz. Bu bölgede hareketli bir yaban hayatı var. İlk karşımıza çıkan, karaca izleri.

Karda yürümek meşakkatlidir. Önde olan daha çok yorulur. Zaten buralara yorulmak için gelmiyor muyuz? Bedenin yorulması karşılığında ruhun dinlenmesi. Gönlümüzün varlığını hatırlaması.

Sarıçam, gürgen, kayın, meşe, şimşir gibi ağaçlardan oluşan ormanda ve karlar içinde, yürüyüş halindeyiz. Nefesimiz yettiğince, ‘karlı kayın ormanında’ türküsünü söylemeye çalışıyoruz. Başarısız darbe girişimleri.

İnsan insanın sesine muhtaçtır. Ses olmak ne demek, bu ıssız dağ başlarında daha iyi anlıyoruz.

Yolculuk, insanı terbiye ediyor. Yürümek, bizi evvela kendimize getiriyor. Dostluklarını pekiştirmek isteyenlerin şehirlerdeki çeşitli mekânlara değil, dağlara / tabiata gitmeleri gerekiyor. Buralara birlikte gelip de sonradan koptuğumuz, ayrıldığımız pek arkadaşımız olmadı. Çok şükür.

Rakım yükseliyor, yürüyüşümüz sürüyor. Derler ki, yatanın yürüyene borcu vardır. Sabit olan, nabit olur.

Kardelenlerle, sarı ve mor çiğdemlerle karşılaşmaya başlıyoruz. Buldukları her boşlukta açmışlar.

Kar, çeşitli hayvanlara ait izlerle dolu. Seçebildiklerimiz: Ayı, kurt, tilki, çakal, domuz ve geyik. ‘Toynak’, ne güzel bir kelime.

Üç saatlik ağır yürüyüşten / tırmanıştan sonra Susuz Yayla’ya varıyoruz. Rakım bin dört yüz elli. Adını saydığım ağaçların bu yüksekliğe çıkmaya güçleri yetmiyor. Dolayısıyla, orman bitiyor. Sadece, kır serdarı gibi duran alıç ve ahlat ağaçları var. Onlar da aralarındaki mesafeyi koruyorlar.

Derinliği iki metreye kadar ulaşan bir kar. Rüzgâr, buralarda iyi oyun oynamış.

Ahmet Muhip Dıranas, Kar şiirinde, “beyaz dokusunda bu saf rüyanın” demişti. İşte, bembeyaz bir zeminde, insansız bölgedeyiz. Buradan bakınca, aşağıda kalan dünyaya dair hiçbir işaret görünmüyor. Çünkü bir sis denizinin, duman bulutunun üstündeyiz. Dünyayla olan irtibatımız tamamen kesilmiş gibi. Her şeyden uzakta olmanın verdiği tarifsiz his. Evet, cep telefonunun çekmediği yerler.

Yürüyüşümüz sırasında türlü kanatlar görmüştük. Bu kez tepemizde iki kuzgun beliriyor. Durmadan dönüyorlar. Yüksek kanatlar.

Hava soğuk, dostluk sıcak. Kardeşliğin sıcaklığı, soğuk havayı bastırıyor. Yine de ateş yakmak zorunda kalıyoruz.

Bulabildiğimiz odunların, çalıların hepsi ıslak. Yanımızda getirdiğimiz çıralar, suyu bile tutuşturacak beceriye sahip.

Ateş yakılıyor, hasırlar çevresine seriliyor. Ateş, şefkatli bir aile reisi gibi, bütün evlatlarını başına topluyor. Boşuna ‘baba ocağı’ dememişler.

Ateşi görünce üşüdüğümüzü anlıyor ve ısınmaya başlıyoruz. Yemekler yeniliyor, çaylar içiliyor, kıyafetler kurutuluyor. Haliyle, durum değerlendirmesi de yapılıyor.

Artık dönüş, iniş vakti. Akşam olmak üzere. Ayaz çıktı.

Biz yoldayken hava kararıyor. Her an bir şey olabilir. Karşınıza ne çıkacağını asla bilemezsiniz. Orman içindeki gece yürüyüşlerinde, bir adım sonrası, ancak giderseniz vardır. Temkinli ve tedbirli olmak şart.

Şu sözün Nurettin Topçu’ya ait olduğunu biliyorum: “Tabiatla konuşmasını bilmeyen insanın ruhu dilsizdir.” Konuşmanın birinci kuralı ise karşımızdakini dinlemektir. Bunu, gece olunca daha iyi anlıyorsunuz. Çünkü buralarda, çalılar bile dile geliyor. Ne söyledikleri ise sizin hayal gücünüze kalmış.

#Susuz Yayla
#Dokurcun
#Mudurnu Çayı
9 yıl önce
Bu bir gezi yazısıdır
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset