|
Millî hafıza tazeleniyor

Cumartesi günü kayıp camilerle ilgili bir yazı yazmış ve devam edeceğimizi söylemiştik. Sözümüzü tutalım.

Osmanlıların Bursa, İstanbul ve Edirne’den sonra en sevdikleri vilayet Budin olmuştur. 2 Eylül 1686’da sükut eden Budin’de Ekrem Hakkı Ayverdi’nin rakamlarına göre; 25 cami, 47 mescit, 12 medrese vardı. Bugün, kaplıcaların ve bir türbenin dışında, Osmanlı dönemi eserlerinden hiçbir şey kalmamıştır.

Diyebiliriz ki, Budin’in kaybından sonra, onun yerini Selanik almıştır. Beyaz minareler şehri. Birinci Balkan Harbi’nde şehir elden çıkınca, Yunanlıların ilk yaptığı, minarelerin yıkımı için ihale açmak olmuştur. Böylece, hızlı bir şekilde, camiler yok edilmeye başlanmıştır. Bazıları kiliseye çevrilmiş, bazıları da ahır, depo, meyhane olarak kullanılmıştır. Yazmaya kalemimiz varmasa da yazalım: Hamza Bey Camii, kötü filmlerin gösterildiği sinemaya dönüştürülmüştür. Bütün bu ‘emeklerin’ sonucunda, Selanik, 1997 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmiştir.

İstanbul böyle acı bir akıbeti yaşamamış, bir İslâm şehri olarak kalmıştır. Buna rağmen, 1930 ile 60 yılları arasındaki cami kaybı, Budin ve Selanik’ten fazla olmuştur. Sadece Fatih ilçesinde yok edilen, kaybolan 281 cami ve mescitten söz ediliyor.

Yunanlıların camilerimize türlü eziyetler yaptığını biliyoruz. Peki, bizler ne yapmışız? Sirkeci Garı’ndaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii, maalesef, pavyon olarak kullanılmıştır. Neredeyse elli yıl boyunca.

Rumeli Hisarı’nın içindeki Fetih Camii, daha düne kadar, şarkılar, türküler, oyun havaları ve türlü danslar için sahne olmuştur. Türklerin İstanbul’da inşa ettiği ilk camidir. (1452) Sultan İkinci Mehmet’in fetihten önce vezirleri ve askerleriyle birlikte burada namaz kıldığı biliniyor. Minaresinin bir kısmı hâlâ ayaktadır. Tarihimiz ve medeniyetimiz açısından bu kadar önemli bir yerin sahne olarak kullanılması, ayıptan ötedir.

Son olarak, çok bilinen, eski kartpostallarda, fotoğraflarda sıklıkla karşımıza çıkan bir camiyi örnek verelim: Karaköy Camii. Bu cami, Karaköy’deki tramvay durağının hemen arkasındaki boşlukta bulunuyordu. 1959 yılında, yol yapma bahanesiyle sökülüyor. Kınalıada’ya tekrar kurulması planlanıyor, fakat olmuyor. Cami, güya yol için ortadan kaldırılmıştır. Garip ama gerçek; yeri hâlâ boş duruyor. İşte bu alana, caminin aslına uygun olarak tekrar yapılması şarttır. Yeniden Büyük Türkiye’nin hakiki yolu, işte buralardan geçmektedir.

***

İhya edilen camileri, mescitleri, medrese ve tekkeleri, diğer tarihi eserleri gördükçe, hep aynı şeyi mırıldanıyorum: Bir millet uyanıyor. Aslına dönüyor. Millî hafıza tazeleniyor.

Elli yıl öncesine kadar camiler yok edilmeye çalışılırken, bugün, İstanbul’da kaybolan cami ve mescitleri bulmak ve yeniden ibadete açmak için dernek kuruluyor. Hayırlı adımlar atılıyor.

Bizim için Ayasofya da kayıp camilerimizden biridir. Onu, herkesin gözünün önüne saklamışlardır. Hepimizin bildiği bir sır gibi. Kalben inanıyoruz ki, yakın zamanda, Ayasofya da ihya edilecek, “nur yüzlü ezanına” kavuşacaktır.

Kırklı, ellili yıllarda ‘kadro dışı bırakılan camiler’ diye bir kategori varmış. Cami, şu veya bu nedenden dolayı, kadro dışı bırakılıyor. Bu bilgi eşliğinde söyleyelim: Ayasofya’yı tekrar kadroda, ilk 11’de görmek istiyoruz! Çünkü 24 Kasım 1934’ten beri bir kişi eksik oynuyoruz.

Camilerle ilgili iki yazı yazıp da önemli gördüğümüz bir ayrıntıya değinmemek olmaz. Bugün, camilerde kullanılan tesbihlerin neredeyse tamamı Çin malıdır. Gerçi onlara tesbih bile diyemeyiz. Ucuz plastikten imal edilmiş zevksiz, estetikten uzak şeyler. Bunların kanserojen maddeler taşıdığı yazılıyor, söyleniyor. Öyle ya, bir liraya tesbih mi olur? Aynı bilgi, Çin malı seccadeler için de geçerli.

Bir yandan Çin hükümetinin Müslümanlara yaptığı mezalime şahitlik edecek, İslâm’la giriştikleri savaş karşısında dehşete düşecek; bir yandan da cami ve evlerimizde onların tesbihlerini, seccadelerini, takkelerini kullanacağız. Özetle; işte halimiz.

Nurettin Rüştü Büngül’ün Eski Eserler Ansiklopedisi’ni (1939) okurken, tesbih maddesinde ilginç bir bilgiyle karşılaştım. Beraber okuyalım: “Birinci Ahmed, meşhur Sultan Ahmet Camii şerifini yaptırıp da ilk cuma namazı kılınacağı zaman, bu caminin kaç kişi alacağını merak ederek giren herkese bir ödağacı tesbihi hediye edilmesini emretmiş ve bu suretle seksen altı bin küsur tesbih gittiğini anlamış. Cami boşalırken de çıkana bir kalembeki tesbih hediye olunarak yine aynı adet bulunmuştur.”

Rüştü Büngül’ün asıl merakı, caminin kaç kişi aldığı değil, bu kadar çok doksan dokuzluk tesbihin birkaç gün içinde nasıl tedarik edildiğidir. “Şu hale nazaran, o zaman, İstanbul’da yüzlerce tesbihcinin bulunduğu anlaşılıyor” diyor.

Şimdi, imkânlar arttı, üretim kolaylaştı. Tesbih imalatında kullanılan ahşapların fiyatları çok düştü. Ayrıca malzemeye ulaşmak ciddi bir iş olmaktan çıktı. Abanoz, gül, öd, pelesenk, kuka vs.

İsteğim odur ki, hükümet, Diyanet veya bir dernek bu konuyla ilgilensin. Hatırlatmakta fayda var: En güzel tesbihleri dün de, bugün de bizim ustalarımız yapmıştır, yapıyor. Biz buna “Türk Tesbih Sanatı” diyoruz.

Mevcut durum, zevkimizi, estetiğimizi, kültürümüzü hiç iyi göstermiyor.

#Ekrem Hakkı Ayverdi
#Budin
#Rumeli Hisarı
9 yıl önce
Millî hafıza tazeleniyor
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı