|
Biz onların memleketine gidiyok mu?

Gece on biri biraz geçmiş. Gün boyu Alanya'da bir balkonda, arkamı muhteşem manzaraya dönmüş şekilde siyasi verilerle ve metinlerle boğuşmuşum. Kafam, bir bardak suya benziyor. Belki birazdan bardak kırılacak, beynim burnumdan akacak ve bir daha hiç geri gelmeyecek.

O yorgunlukla ofisten çıkıp, Alanya sahil yolundan otelime doğru yürüdüm. 30 dereceden bir gram aşağı inmeyen hava biraz serinlemiş mi? Elbette hayır.


Otele geldim. Asansöre yürürken 50 yaşlarında bir adam, aynı yaşlarda karısı ve yaşlarının 18-19 olduğunu zannettiğim iki kız gördüm. Beden dillerinden ve kılıklarından anladığım kadarıyla anne ve kızları, bir yere gitmeye hazırlanıyorlardı. Adamcağız da onlara, anlamadığım dilde bir şeyler anlatmaya çabalıyor, saatini falan gösteriyordu.

Sonunda adam 'aman be, giderseniz gidin' anlamında bir hareket yapıp arkasını döndü. Asansöre doğru yürümeye başladı. Kızlardan daha ufak görüneni 'pıff' yaptı babasının arkasından. Diğeri yüksek sesle bir kahkaha atıp diğer ikisinin koluna girdi. Bu arada asansörün kapısı açıldı. Ordusu büyük bir mağlubiyete uğramış da şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen yüzlü adamla ikimiz bindik.


Asansörün kapısı kapanınca adam, kollarını iki yana açıp 'holiday' dedi. Gülümsedim mi, gülümsemeye mi çalıştım, emin değilim. Adamın ineceği kata gelince adam bir kez daha kollarını iki yana açıp 'fun' dedi.

Odaya girince kendimi yatağa bırakıverdim. Fakat uyumanın imkanı yok. Sokaktan taşan müzik sesleri bir yana, asıl gün boyu yaşadığım o ağır zihinsel yorgunluk engel uyumama.



Oldu olmadı derken, bir saate yakın döneledim yatakta. 'Bu böyle olmayacak' deyip aşağıya indim. Otelden çıkıp yolun karşısına geçtim. Balkonumdan görüp durduğum markete girdim. 'Selamün aleyküm'üme ağız dolusu bir 'aleyküm selam' aldım. Soğuk içeceklerin olduğu buzdolabını açtım. Şalgam yok. Ayran da yok üstelik.

'Pardon' dedim, 'şalgam ya da ayran alacaktım.' Selamımı gür sesiyle alan kasiyer abi net konuştu: 'Burası turistik market abi. Onları satmıyoz. İsteyen olmuyor.'

'Eh, nasılsa holiday, nasılsa fun. Gazoz içeyim ben iyisi mi' deyip bir gazoz aldım. 'Anlamadım abi' dedi kasiyer. 'Sana demedim abi' dedim. Çıktım.


Otelin kapısından girerken biri omzuma dokunup 'beach party' dedi.. 'Yok abi' dedim, 'bakma sen benim parmak arası terlik giydiğime. Hava çok sıcak ya, ondan… Yoksa beach meach bilmem ben.'

Kapıdan girerken döndüm. 'Buralar hep böyle fun mı abi? Hiç mi sıkılmıyor turistler' diye sordum.

Delikanlı gülümsedi. 'Sıkılmalarına fırsat vermiyoruz İsmail abi. Turist dediğin 7/24 eğlenecek ki bir daha gelsinler' dedi.

'İyi ama 24 saat eğlenmek çok sıkıcı be reis' dedim. 'Alanya'ya hoş geldin abi. Yazılarını severek okuyoruz' oldu cevabı.

Bizim programda üzerine basa basa 'bize eğlence değil, neşe lazım; eğlence sanaldır, neşe organiktir' dediğimiz yere geldiğimi hissettim o dakika.


Alanya'da bütün eğlenceler paketlenip tecime elverişli hale getirilmiş. Kendine mahsus bir neşe ile tatil yapamamak, bu tip 'eğlenceli' tatil beldelerinin en büyük açmazı elbette. Hani sabah kalkıp 'yahu bugün de şu Yörük köylerini gezelim' desen onu da paketleyip adını 'safari tour' koymuşlar iyi mi?


Turisti 'mutlaka eğlenmesi gereken bir canlı türü' olarak, turizmi ise 'eğlence' ile kodlayan modern zihnin ürettiği bir defo bu. Sükunetli bir koy bulup gözlerden ırak şekilde denize girmeyi bile 'sektörün satılabilir bir ürünü' haline getirmişler.

Bu 'eğlence turizmi'nin en acıklı manzarası ise, başında hasır şapkası, sırtında rengarenk semeri ile şuracıkta arz-ı endam eden deve oldu. Deveyi de mutlak surette 'eğlenceli' hale getirmeyi kafasına koymuş turizm sektörü, kreatif atraksiyon işinde Warhol'u da geçmiş, Picasso'yu da. Fakat sorun şu. Turizm 'plastik yaratıcılık' işini feci halde yanlış anlayarak dokunduğu her şeyi bildiğimiz plastiğe dönüştürmüş. Hal böyle olunca da o yorgun yüzlü adamın yaptığını yapmak kalmış geriye: Elleri iki yana açıp 'fun' demek.


Şununla bitirelim. Amcaya soruyorlar: 'Amca, memleketimize yabancı ülkelerden turist gelsin mi?' Amcanın cevabı net: 'Gelmesin. Biz onların memleketine gidiyok mu?'


Mursi mi Çipras mı?

Twitterın güzel insanlarından Harun Kaya'nın bir mesajını dikkatinize sunmak isterim: 'Gerizekalı Pinokyo! Sen profil fotona Çipras'ın fotosunu koyunca devrimci; o kız Mursi'nin fotosunu koyunca şovmen oluyor öyle mi?'

İşte benim 'erdemli cehalet' dediğim şey tam olarak bu mesajın nefis şekilde tanımladığı ruh halinde gizli.

'Erdemli cehalet', genellikle 'okuyarak' elde edilir. Ayrıca genellikle örgütlenmeyi de gerektirir.



Suriyeli mültecilerin Türkiye'deki varlıklarına katlanamadığını, Suriyelilerin ekonomimizi mahvettiğini savunan 'savaş karşıtı' kızlarımız var mesela. Profillerinde durmadan 'paylaşma'nın önemine vurgu yapıyorlar. 'İyi ama Suriyeli mültecilere niçin karşısın?' diye sorduğunuzda da 'savaşı AK Parti başlattı' diyorlar. İyi de canını dinini sevdiğimin cahili. Madem Suriyeli mültecilerin mağduriyetine AK Parti yol açmış, onların mağduriyetlerini gidermek için somut adımlar atsana. AK Parti karşıtı olman bunu gerektirir' dediğinizde de yüzünüze bön bön bakıyorlar.


Diyarbakır'da düzenlenen bir toplantıda bir doktor, bir bakanlık yetkilisine 'devlet beni Ezidi mültecilerin olduğu kamplara yolladı çalışmam için. Devlet Ezidiler için hiçbir şey yapmıyor' demiş mesela. Yetkilinin cevabı basit olmuş: 'Seni, Ezidilere yardım etmen için kampa gönderen devlet mi Ezidiler için hiçbir şey yapmamış?'


Din bitti, şimdi haberler

Her konuda anlaştığımız söylenemez; fakat hakkını da vermek gerekir. Alain de Botton, 'yarı popüler bir dille düşünceyi dolaşıma sokma' meselesinde gösterdiği gayretle bile övgüyü hak eden bir yazar. 969 İsviçre doğumlu Botton aynı zamanda televizyon programları da yapıyor.


Antalya Havaalanı'nda alıp okumaya başladığım Eagleton imzalı 'Edebiyat Nasıl Okunur?'u Ankara Havaalanı'nda kaybedince Botton'un son kitabı Haberler'i aldım. Aslında enteresan bir tevafuk oldu. Zira Eagleton, 'edebi metinleri nasıl anlamamız gerektiği' meselesini masaya yatırıyordu kitabında. Botton da 'haberleri nasıl anlamalıyız' meselesine takmış kafayı bu kitabında. Böylece, Eagleton ile başladığım 'metin anlama' çabasına Botton ile devam etmiş oldum. Olsun, anlamak, anlamaktır değil mi?

Aslında kitap, Hegel'in 'insanlara yol göstermek ve en temel otorite olmak konusunda dinin yerini haberler aldığı zaman toplumlar modernleşir' sözünün şerhi niteliğinde.



Şu paragrafa dikkat: '…Üçüncü bir haber ise bir tenis antrenörüyle on üç yaşındaki öğrencisi arasındaki ilişkinin ayrıntılarını ortaya serer. Anormalliği aşikâr olan bu hadiseler, nispeten daha sağlıklı ve şanslı olduğumuzu hissetmemizi sağlar. Haberleri bir kenara bırakırız be öngörülebilir alışkanlıklarımız olduğu, sıradışı arzularımızı sıkıca dizginlediğimiz ve kendimizi tutarak şimdiye kadar bir iş arkadaşımızı zehirlememeyi ya da sevgilimizi arka bahçeye gömmemeyi başardığımız için yeni bir huzur kaplar içimizi.'


Bugün, normalin ve anormalin ne olduğunu belirleyen haber bültenleri değilse nedir? Üstelik haberler 'normali ve anormali' belirlerken her zaman 'göstererek' yapmaz bunu. Gizlemek ve muğlaklaştırmak da başarıyla üstlendikleri misyonlardır.

Bunun en son örneğini, Bursa'da direnen Tofaş ve Renault işçileri hakkında yapılan haberlerde gördük. Botton'un 'muğlaklaştırma' dediği şey başarıyla uygulandı. Direnişi, 'işçilerle sendika arasında bir sorun' olarak ele alan ve böylelikle sermaye ile arasını iyi tutma yoluna giden merkez medya öyle bir algı oluşturdu ki sonunda 'sermaye işçilere hakkını vermek istiyor, fakat sendika ortalığı karıştırıyor. İşçiler topyekûn sendika değiştirseler sorun çözülecek' noktasına getirdiler işi.

Durmadan okuduğumuz 'hasta yakınları doktor dövdü' haberlerinin bütünüyle haberlerin oluşturduğu 'modern tıp miti' ile ilgisi olduğunu anlamak çok da zor değil. 'Modern tıp öyle başarılı bir şeydir ki, bir hasta ölüyorsa bunun sorumlusu mutlaka doktorlardır' algısını her gün ekranlarımızı süsleyen 'tıpta muhteşem gelişme' haberlerine borçluyuz. Tabii, haber bültenlerinin dayak yiyen doktorlar üzerinden, sanki bu işte hiç suçları yokmuş gibi 'sosyal duyarlılık' kastırmaları da ayrıca fecaat.

Benzer bir durum son zamanlarda yaşanan kimi iş kazalarında da gösteriyor kendini. Özellikle Soma ve Mecidiyeköy asansör faciaları gibi bariz 'iş kazalarının' ardından toplumda oluşan hassasiyeti kullanarak bir iş yerinde gerçekleşen her kazayı 'iş kazası' olarak tanımlamak da nereden çıktı? Mesela iş makinesinden kendi dalgınlığı ile düşüp, operatörün fark etmemesi sonucu hayatını kaybeden birinin ölümünü de 'iş cinayeti' olarak tanımlamayı neresinden anlayalım?


'Medyaya bulanmış toplumların tek gerçek dini haberlerdir' cümlesi ne yazık ki doğru. Botton, şöyle ifade ediyor bunu: 'Haber yayını rahatsız edecek bir şaşmazlıkla ibadet saatlerini takip eder: Sabah ibadetleri sabah haberlerine, akşam ibadetleri ana haber bültenlerine dönüşmüştür. Ama haberler yalnızca hemen hemen dini sayılacak bir zaman çizelgesini takip etmekle kalmaz. Aynı zamanda eskiden dine nasıl hürmet ediyorsak kendisine de aynı hürmet ve beklentilerle yaklaşmamızı bekler. Haberler sayesinde de aydınlanmalar yaşamayı, iyiyle kötüyü ayırt etmeyi, çile çekmenin anlamını idrak etmeyi ve varoluşun gözler önüne serilen mantığını kavramayı umarız. Haberlerin ritüellerinde yer almayı reddedecek olursak da sapkınlıkla suçlanabiliriz.'

Hadi sorun bakalım kendinize. Haberler dininin inananları mıyız yoksa sapkınları mı?
#alanya
#mursi
#Tofaş
9 yıl önce
Biz onların memleketine gidiyok mu?
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı