|
Nazım babanızın malı mı?
Geçen hafta hem kitap fuarına katılmak hem de bir konferans vermek üzere Çorum'da idim. Gayet güzel geçen günümü daha da güzelleştiren bir karşılaşma da yaşadım. 90'lı yıllarda imzasını edebiyat dergilerinden tanıdığım Hüseyin Kır hoca ile rastlaştık. Hoca, şimdilerde Çorum İmam Hatip'in müdürlüğünü yürütüyor. Tabii, şiirden, edebiyattan, hayattan anlayan bir müdür olarak farklılığını hemen ortaya koyacak işler yapmış okulda. 'Çorum İmam Hatip öğrencileri 11 ayrı dergi çıkarıyorlar' diyeyim de gerisini siz anlayın artık.

Hüseyin hoca, geniş edebiyat ilgisi ile zaman zaman şehirdeki konferanslara da davet edilen bir isim. Bu konferanslardan biri de Nazım Hikmet hakkında olmuş. Hoca, bir mekânda çok önemsediği bir şair olarak Nazım Hikmet hakkında konuşmuş. Nazım'ın şiirinin siyasetle nasıl ilgilendiğini bir güzel anlatmış. Ancak çok geçmeden şehirdeki o bilindik kültür çevrelerinden, o bilindik itiraz yükselmiş: 'Nasıl olur da bir imam hatip müdürü Nazım Hikmet hakkında konferans verir?'

Bu, güzel ülkemiz Türkiye'mizin değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hastalığıdır ne yazık ki. Birileri Nazım'ın, birileri Necip Fazıl'ın, birileri Yahya Kemal'in, birileri İsmet Özel'in, birileri Cahit Zarifoğlu'nun sahibidir. 'Sahibi oldukları' adam hakkında başkalarının söz almasını bir yana bırakın, başkalarının fikir sahibi olmalarına bile tahammülleri yoktur. Kemal'i, Hikmet'i, Kısakürek'i, Özel'i sadece kendileri tanıyıp sevmekte, sadece kendileri anlamaktadırlar. Başkalarının ne haddinedir?

Burayı biraz genişletelim.

Geçen hafta Selahattin Yusuf ile Tuna Kiremitçi'nin ortaklaşa katıldıkları bir konferans oldu bir üniversitede. Bu konferansın sosyal medya ilanlarının altında, şöyle yorumlar okudum: 'Senin ne işin var o gerici ile?' Sonra da, bir harf farkla şöyle yorumlar okudum: 'Senin ne işin var o gezici ile?'

Hadi kolaylık olsun diye bu kavramsallaştırmaları kullanmaya devam edeyim. Bir 'gerici' ile bir 'gezici'nin aynı üniversite çatısı altında bir araya gelmeleri ve birbirlerinden farklı fikirlerini yan yana oturarak dile getirmeleri insanları niçin rahatsız eder? Lafa geldi mi bir taraf 'müsademe-i efkârdan barika-ı hakikat doğar' demeye, bir taraf da 'fikirlerin özgürce tartışıldığı ortamlar sağlıklılık göstergesidir' aforizmasını kullanmaya bayılırlar değil mi? Nedir peki bu 'ne işin var' kalıbının işaret ettiği soğuk gerçek?


Bence şudur: Taraflar Selahattin'e ve Tuna'ya zımnen 'sen bizim tapulu malımızsın. Biz, seni nerede, kimlerle ve ne şekilde görmek istiyorsak o şekilde davranmalısın' demektedirler.

İşin daha da vahimini de kendimden örnek vereyim. Biliyorsunuz ben, 'Sokakta' yazılarım hariç hemen her gazete yazımı 'ne diyordu xxx' diye başlayan bir kalıpla bitiriyorum. Bu son cümlelerin ismi geçen insanlara ait olmadığının kesin olarak anlaşılması için de cümleleri 'dayının, yeğenim, hacı abi, hafız' gibi lafızlarla süslüyorum.

'Ne diyordu Kafka: 'Şüphe etmek ve kötüsünü beklemek, krizi çıkmadan önlemeye yardımcı olur abiler. Gerçi ben kriz yoksa da hep kötüsünü beklerim; ama siz bana bakmayın' cümlesi ile bitirdiğim bir yazımın ardından sosyal medyada başıma 'ibretlik' bir hadise geldi. Biri 'sen Kafka'dan ne anlarsın' diye yazdı. Kafka, bu 'aydınlanmış Türk genci'nin babasının malıydı çünkü. Yeni Şafak gibi 'gerici, yandaş, bağnaz, yobaz…' bir gazetede yazı yazan birinin öldürsen Kafka'dan anlama, haberdar olma ihtimali yoktu. Dahası, bu cümleyi pekâlâ Kafka'dan hiç haberdar olmaksızın, Kafka'dan hiç anlamaksızın da yazabileceğim gerçeğini pas geçmişti. Üstüne üstlük, Kafka'dan 'cümlenin Kafka'ya ait olmadığını bir bakışta anlayamayacak kadar' az anladığının farkında bile değildi. Değil mi ki Kafka'yı sadece 'aydın, çağdaş, ileri düşünceli insanlar' okuyup anlayabilirlerdi, mesele bitmişti.

Sakın yanlış anlaşılmasın. 'Kafka'dan anlamak' bir üstünlük göstergesi falan değildir. Ben de şuracıkta 'Kafka'dan anladığımı' iddia ediyor falan değilim. Sadece 'Kafka'dan sadece kendisinin anlayabileceğini' düşünmenin tam bir aptallık olduğunu vurgulamaya çabalıyorum.

Aslında bütün bu örneklerin bizi düşünmeye itmesi gereken nokta şu: Ne oldu, nasıl oldu, hangi ara oldu da birbirimiz hakkında sadece 'önyargı' biriktirebilen insanlara dönüştük? Bu sorunun cevabını son yıllardaki 'içeriksiz siyasallaşma'da aramaya başlasak mı acaba?

İnsanları sadece 'taraf'ı oldukları siyasi partinin resmi görüşlerini savunmaktan ibaret aygıtlara dönüştüren süreci sıkı sıkıya çözümlemek ve kıyasıya eleştirmek zorundayız. Yoksa nefes alamaz hale geleceğiz ve her şey için çok geç olacak.


Koyu renk takım elbise

*Gençlik ve Spor Bakanlığı, 'Gençlik Haftası' kapsamında Türkiye'nin 81 ilinden ve KKTC'den gelen gençlerle bir buluşma organize etmiş. Ne güzel. Bu organizasyonda Ankara'da buluşan gençler, sonrasında kamp falan da yapacaklarmış. Şahane. Gençlik ve Spor Bakanımız Çağatay Kılıç'ı bu güzel etkinlik için tebrik etmekle başlayalım işe. Ardından gelelim tuhaf ötesi bir meseleye.

Efendim, Bakanlık, buluşmaya katılacak gençlere birer yazı yollamış. Bu yazıda gençlerin bu buluşmaya 'koyu renk takım elbise, beyaz gömlek, siyah ayakkabı'dan oluşan bir kostümle katılmaları şart koşulmuş. Dahası, çorapları siyah, kravatları yeşil olmalıymış. Ve dahası gençler saçlarını kabul edilebilecek ölçülerde kestirmek zorundalarmış.

Eh bari birer askeri şapka giydirip trompet de çaldırsalarmış gençlere…

Kusura bakılmasın ama bu kadarına da 'yuh' diyorum artık. Cumhurbaşkanlığı davetlerinde bile sadece 'koyu renk elbise' kaydı var artık. Siyasal hayatını 'özgürlüklerin önündeki engelleri kaldırma' üzerine kurmuş bir partinin bakanlığının böyle bir 'tek tipleştirici hamle' yapmasının ne gereği var Allah aşkına? Mevzuatmış, teamüllermiş, bürokratik bir takım engellermiş falan.

Geçelim efendim bunları.

Diğer yandan da şu tabii: Çoğu 18-19 yaşında olan bu gençlerin belki de birer takım elbiseleri yok. Çoğunun henüz bir ekonomik geliri olmadığını da hesaba katarsak bu gençlerin ailelerini ne diye 'kostüm masrafı'na sokuyorsunuz? Takımdı, gömlekti, ayakkabıydı derken niçin bir anne babanın sırtına 400-500 liralık külfet yüklüyorsunuz?

Adına bürokrasi dediğimiz aşağılık canavarın en kötü hali gençlerle haşır neşir olan halidir. Doğruyu söylemek gerekirse, giydiği son derece kötü takım elbiselerle tanıyıp bildiğimiz eski bakan böylesi bir şey yapsa çok önemsemezdim. Ancak 'sivilliği' son derece önemsediğini bildiğimiz Çağatay Kılıç'ın yönettiği bir bakanlığa bunu yakıştıramadım.

Ve evet. Sebebi ne olursa, mazeret olarak öne ne sürülürse sürülsün yakıştıramadım. Gençler sivilken ve kafalarına göre takılırlarken güzeller. İlişmeyin onlara abiler.



Türkiye'de futbol: Kötü bir şaka…

*'Son yılların en heyecanlı şampiyonluk yarışı' diyor gazeteler. 'Nefesler tutuldu. En uzun üç haftaya girdik' diyor televizyonda futbol yorumlayan abilerimiz.

Bir an inanasım, kulak kabartasım, dikkat kesilesim geliyor. 'Çok önemli bir maç' seçiyorum kendime. Geçiyorum ekran karşısına. Sırasıyla şöyle şeyler görüyorum: Altı pasta kaleciyle karşı karşıya kaldığında o son vuruşu yapacak fundamental eğitimi almamış santrforlar. 'Duran topta adam paylaşımı' dersleri boş geçtiği için leblebi gibi gol yiyen savunma oyuncuları. Durmadan yan top yapmayı 'oyunu yönetmek' zanneden oyun kurucular. Maç boyunca topu topu 4 bindirme yapabilen, bu dört bindirmede bir tane isabetli orta açamayan kanat oyuncuları. Oyuna müdahil olmayı 'maç yönetmek' zanneden hakemler. Kulübeye telefon açarak taktik veren yöneticiler. Yarı yarıya boş tribünler. Ve elbette 'rakip takım topçusu'na söverek, olmadı döverek 'takımını desteklediğini zanneden' taraftarlar. Unutmadan… 'Oyunu döndürme' konusunda neredeyse hiçbir fikri olmayan muhteşem teknik direktörler.

Ve ikiyüzlü spor medyamızın bütünüyle endüstriden yana tavır alarak oluşturmaya çabaladığı zavallı heyecan dalgaları.

Yahu niçin hem kendimizi hem de başkalarını kandırmaya çabalıyoruz ki? Son yılların en zevksiz, en bayat, en kötü sezonunu geçiriyoruz. Artık süper ligde herhangi bir maçı 90 dakika izlemek, sadece 'keçiboynuzu geveleme'ye benziyor. Sineijder 40 metreye bir pas çıkaracak, Gökhan Töre 2 adam eksiltip isabetli bir orta kesecek, Bruno Alves tehlikeyi sezerek tam zamanında topa basıp oyun kuracak da izleyiciler olarak bizler 'işte futbol bu' diyeceğiz.

Tükeniyor Türk futbolu. Sürekli kan kaybediyor. Spor medyası da bu sürekli kan kaybeden hastaya 'bir şeyin yok' diyor. Hatta hasta bize şirin gözüksün diye solgun yüzüne makyaj yapıyor.

Bu ahval ve şerait içinde hangi takımın şampiyon olacağı ile zerre kadar ilgilenemiyorum.

Aksihar – Beşiktaş maçında kanalı çevirip 'Neşeli Günler'i yüzüncü kez falan tekrar izledim. Kimin şampiyon olacağı ile ilgileneceğinize, benim gibi bir futbol dilencisini niçin bu hale getirdiğinize bir bakın yahu. Ayıptır.
#nazım hikmet
#Türk futbolu
#Selahattin Yusuf
#tuna kiremitçi
٪d سنوات قبل
Nazım babanızın malı mı?
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…