Bir belgesel kapsamında şair abimiz Metin Önal Mengüşoğlu ile Bursa’yı konuşmuştuk. Mesele Bursa’nın yokuşlarına geldiğinde Metin abi ‘zannediyorum Bursa’nın yokuşları insana en çok hayatla mücadele etme duygusu kazandırıyor. Yokuş çıkmayı beceremeyen insanın hayatla ilgili ciddi dertleri vardır’ demişti.
Gerçekten de öyle galiba. Yokuş tırmanmak insana bir oryantasyon sağlar. Öncelikle yokuşun başında yokuşu gözünüze kestirmeniz gerekir. Ardından tempo ayarlama aşaması gelir. Hem makul bir zamanlamayla tırmanabilmeli hem de nefes nefese kalmamalısınızdır. Yokuş uzunca ise hangi noktada mola vereceğiniz ve bu molanın ne kadar süreceği de başarılı bir tırmanmanın ön şartıdır.
Söz konusu Bursa’nın ana baba bir öz kardeşi Saraybosna olunca karşımıza çıkan kelime yokuştan çok merdiven kelimesidir. Özellikle Mileçka nehrinin üzeri, yani Kurşunlu Medreseyi ve bira fabrikasını geçerek kendinizi vurabileceğiniz ve nihayet İgman dağlarının devamına kurulmuş Mahmutovac mahalline ulaşabilmek için yürümeniz gereken onlarca merdiven, çıkmanız gereken yüzlerce basamak vardır.
Sonu gelmeyecekmiş, bitmeyecekmiş gibi duran merdivenler...
‘Merdiveni bir şehirle, bir şehrin kaderiyle eşleştir’ deseler, duraksamaksızın Saraybosna ile eşleştirirdim. Zira Saraybosna’nın tarihi aynı zamanda merdiven çıkmanın, zorluklara katlanmanın, tam bir zorluğu atlatıp yeniden düze çıkmışken yeni bir merdivenle karşılaşmanın tarihi gibi gelmiştir hep bana.
Zorluğa katlanmayı başaramayan, tırmanmayı beceremeyen insan tekinden ulaştığı düzlüğün kıymetini bilmesini beklemek nafile...
Tabii, belki de en önemli nokta, artık kimsenin merdiven çıkmayı göze alamıyor olmasıdır. Asansörün icadından bu yana ‘bir imkan olarak merdiven tırmanmak’ aklımızın ucundan bile geçmiyordur belki de...
Aslında basit bir şey yapacağım. ‘Sokakta’ üst başlığı ile her Pazar karşınıza çıkıp bir takım dertlerimi dikkatlerinize arz etmeye çalışacağım. Bütün hayatım boyunca sokağa inandım ben. Sokak çok sahici, akıl almaz sürprizler barındıran bir alandır zira.
Ben sokak diyeyim, siz gündelik hayatın sosyolojisi olarak anlayın bunu olur mu? Ben az diyeyim, siz çok anlayın.
Grubun ismi Domsek. Süryanice Şam demekmiş. Onlar müzik yapmaya başladığında ‘zınk diye’ kalıyorsunuz olduğunuz yerde. Çünkü İstiklal Caddesi’nde 6 müzisyenin birdenbire Feyruz’un ‘Nassam aleyna al hawa’sını çalmaya başlaması kolay kolay şahit olabileceğiniz bir hadise değil.
Şahane bir müzik yapıyorlar. Her biri, Suriye’deki savaştan kaçıp gelmiş profesyonel müzisyenler. Ve burada hayata tutunmanın yolunu sokakta müzik yapmakta bulmuşlar. Yolunuz İstiklal’e düşerse kulağınız açık olsun. Her an bir Feyruz ya da Ümmü Gülsüm şarkısı duyabilirsiniz Domsek’ten.
Kendi ülkelerinin istiklalini İstiklal Caddesi’nde bekleyip duran bu adamların yüzlerine bakın dikkatlice. O yüzlerde savaşı göreceksiniz. Sonra da aklınıza ‘bu Suriyelilerin ülkemizde ne işi var yaaa’ demeyi marifet bilen ortalama bir faşisti getirin. Sonra da o faşistin o cümleyi o esnada bir şarkı icra etmekte olan o müzisyenlerin yüzüne bakarak kurduklarını düşünün. Ya da düşünmeyin. Çok çirkin bir tablo oldu zira bu. Kendinizi sadece müziğe bırakın. Çünkü şöyle söyleyecek size dinlediğiniz Feyruz şarkısı: