|
Kendi kendimizin seyyahı iken…

Hepimiz kendi iç dünyalarımızın gezginiyiz, evet. Lakin nerelerde geziniyoruz, kendi gerçeğimize varana kadar, hangi duraklarda dinleniyor, hangi paralellerden meridyenlere atlıyor, hangi karasulardan açık denizlere akıyoruz, kim bilir!



Yeryüzündeki fiziki seyahatlerimizin elbette batında, iç dünyamızda pek çok karşılığı var. Dışımızda bizi dürten her şeyin içimizde bir yansıması var ne de olsa. Mısır piramitlerinden sahraya, hem kutsal Eriha şehrinden hem Ürdün tepelerinden Lut gölüne inerken tıpkı İran’da birlikte aktığım Zayende ırmağının çöle kavuşup kuma dönüşmesi gibi, her şeyin bir şeye dönüştüğünü fark etmiştim.

Çölde kum ile gecedeki yıldız arasında bir bağ vardı. Hiçbir şeyin yok olmadığını ve bu kesilmeyen bağı (belki uçsuz ip demeliyim) hep seyahat halindeyken gözlemledim. Peki Türkistan bozkırındayken bile Yesi’den antik Otrar şehrine giderken pergelin sabit ayağı gibi kalbimle Anadolu’da olduğumun bilincine ne zaman vardım?

Belki Kabe’de; veda tavafı esnasında hiçbir şeyin bitmediğini, Kabe’ye veda etmek diye bir şey olmadığını, onun (hazreti insanın) alemlerin kalbi olduğunu hissettiğim bir anda. Hayır ben yersiz yurtsuz değilim demiştim. Bugünün kendilerine dünya vatandaşı diyen ve vatan, millet bayrak denilince ya ırkçı ya hamasi bir yüceltme, bir putlaştırma addedenler gibi bakmıyordum artık. Tavaf ibadeti beni genişletmişti.

***

Varlığın kalbinde olabilmenin zahiri yolu illa bir yere aidiyet duymaktan geçiyordu. Kabe gibi her yönden tavaf edilesi bir mahalde, kalbimin mahrem bir dehlizine dalmıştım.

Evet dedemin köyünün Anadolu’nun ortasında, sarp kayalar, yüksek dağlar arasında, ulaşımı son derece zor bir diyarda olduğunu, oraya akrabaları ziyaret amacıyla gittiğimde / yuvaya döndüğümde ancak fark etmiştim. Kalp gibi mahremdi insanın sıla-i rahimi.

Bir yeri çok sevmek, bizi bütün yerlerin yerlisi kılıyordu. Artık yeryüzü mescit olabilirdi. Çünkü sevmek bir gönül olup kâinatı kaplıyorsa dışarıda yabancı kalmıyor olmalıydı. Aidiyetimizi idrak ettikçe, yürüyebilirdik yeryüzünde yalınayak. Yürüdük, yürüyoruz.

Tıpkı burasının, yaşadığımız toprakların yani Anadolu’nun batında gönül olması gibi. Kendi gönlümüzün seyyahıyız her birimiz. Diğer talip olan yolcular gibi. Ve bu mecazı Anadolu’da, hiç yaşamadığım bir ata köyünde bulmak veya doğduğumdan beri yaşadığım şehirde bulmak; her koşulda yersiz yurtsuz aidiyetsiz soyut bir dünya vatandaşı olarak kendini tanımlamaktan yeğdir diye duyumsamıştım.

Sevemeyen, sevdiğinin uğruna bedel ödemenin can ile olan ilişkisini kuramıyor. Kıymeti nerelerde aradığınız sır muhakkak, lakin içinizdeki cevherin neyi gizlediğini bilmeden düşünmeden merak etmeden yaşamak ‘yerli’ değil, ‘yabancı’ gibi gezdiriyor sizi yeryüzünde. Oysa aslımıza dönme yolculuğunun ana izleği sevgi. Muhabbet. Aşk. Maddi ve manevi seferlerin ana teması, buluşma noktası. Alaka’sı. Anadolu’su!

***

Bundan mülhem, manevi bir işaret ile Anadolu’ya gelenlere bakalım. Yesevi hazretlerinin yetiştirdiği çok sayıda halifesi ta Yesi’den Anadolu’ya ve sonra Balkanlara kadar gelmiştir. Mevlana Belh’ten yola Anadolu’ya, İbn Arabi Endülüs’ten çıkarak yine Anadolu’ya gelmiştir. Niyazi Mısri hazretleri, Malatya’dan Mısır’a gitmişken yine manevi bir işaretle Anadolu’ya dönmüştür.

Seyyid Mahmut Hayrani, Hacı Bektaş-ı Veli, Belhi hazretleri, Hüsamettin Uşşaki hazretleri hep böyle gelmiştir Anadolu’ya. Döneme baktığımızda mana yolcularının istikameti hep Anadolu olmuş. Erenler neredeyse merkez orasıdır denir. Anadolu halihazırda merkez. Yunus Emre ise Anadolu’dan çıkmış, etrafa seyahat etmişse de yine Anadolu’da kalmıştır. Nitekim “Baba Tapduk manasını saçtık elhamdülillah” derken kendisi gibi gönül yolcularına iz sürmeleri için bıraktığı izlerin gerçek taliplerin nezdinde sayısız olduğunu belirtmiştir.

Her şeyi kendinde topluyor gönül; celali cemali. Kâinata sığmayanı kendine sığdırıyor denir. Müminin kalbi. Anadolu’da cem olan Hak dostları kendilerinden müstakil bir felsefeyi pazarlama hedefi gütmüş değillerdir, hele şan şöhret peşinde koşarak kendi düşüncelerini akım haline getirmiş hiç değillerdir filozoflar, ideologlar gibi.

Onlar ‘bir’ olan kalp ilmini / vahiy gerçeğini / insan olma sırrını nefislerinde mürşid-i hakiki denilen üstatlarıyla (ki Resululllah emanetinin taşıyıcıları) yaşamış, idrak etmiş ve biricik sesleriyle bize tecrübelerinden damıttıklarını ifade eden eserler bırakmışlardır.

***

Bütün bunları yazmama vesile olan bir kitap var elimde. Yasin Şen’in ‘Seyyah olayım bir zaman’ adlı çalışması. (H yayınları / 2019) Türk seyahat kültürünün izinde okuru maddi manevi seferlere çıkarıyor. Beni de okurken dönüp dolaştırıp Anadolu’nun sırlı mayasının dili Yunusça’ya getiriyor:

“Yunus Emre divanında, dost dediği ebedi sevgiliye önceden gitmek konusuna sık sık temas eder. Bu gidişin nasıl olacağıyla ilgili bir yerde “dost katına sensüz git” denir. Yunus dosta gidenin ‘kendisüz sefer’ etmesi gerektiğini ifade ederek bu manevi yolculuğun nasıl bir bedel istediğini de söylemiş olur. Öyleyse dosta giderken aradan çıkarılması gereken ilk şey benliktir. Benliği besleyen kin, kibir, gurur gibi kötü hasletler dervişin manevi terbiyesiyle gönülden temizlenmesi gerekir. Bundan sonra insanın kendinden kendine seferi başlayacaktır. Peki kendinde yârini bulan ne yapacaktır?”

Evet, kendi kendimizin seyyahı olabildiğimiz ölçüde, cevaba ulaşacağız.

#Gezgin
#Seyyah
#Benlik
5 yıl önce
Kendi kendimizin seyyahı iken…
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…