|
Melezleşme sanrısı; dışımızdaki ve içimizdeki Avrupa!

Yunanistan seçimleri ve Hebdo saldırısı bahanesiyle içimizdeki Avrupa ile yakın / uzak ilişkilerimizi binbirinci kez masaya yatırma gereği duyuyorum. Ne haddine düşmüş demeyin. Nasıl Avrupa’da üçüncü kuşak Müslümanlar bile infaza uğrayıp ‘içimizdeki yabancılar’ muamelesi görüyorsa, burada yedinci kuşak yerli de olsanız, ‘içimizdeki gâvur’ muamelesi görenler olmaya devam ettiği sürece... Haddimize bir şeyler düşüyor.

Hele benim gibi Batılı eğitimden gelmiş, Avrupa kültürüyle yoğrulmuş kesimlerin çocukları için, sosyolojiye daha yakından bakmak gerekiyor. Bizzat buradaki yerli hayatımızda filizlenmiş bir tür taklitçi Batılı kültürün içinde büyümüş biri olarak, bu medeniyetin böyle bir varoluşu yeşerttiğini de göz ardı etmememiz gerekiyor çünkü.

Bu toprakların Orhan Pamuk’un kendi için kullandığı Pera’lılığını da yabancılamadığını, Osmanlı’yı büyük medeniyet yapan bu çoğulcu niteliği olduğunu, asıl içimizdeki yerlileri (Ermeni, Rum, vs) kovduktan sonra kendi çeşitliliğimizi unuttuğumuzu, çoğulcu medeniyetimizi yitirdikçe ruhumuzun içeri kaçtığını, hatta kendi Müslümanlarımıza bile biraz da bu yüzden tahammül edemez hale geldiğimizi bıkıp usanmadan söylüyorum.

Tanpınar’ın Yahya Kemal’in, Haşim’in sesinde Verlaine’i veya Rimbaud’yu işitmek için tüm yönleri kaldırıp, nereye dönersek dönelim O’nun yüzüne baktığımızı, doğunun da batının da Rabbinin bir olduğunu yeniden hatırlamak gerekiyor. Bu anlamda ne kadar yerli olursan ol, ‘gâvur’ da senin bir sûretin, sen de biraz başkasısın / yabancısın her zaman!

Adını andığım yazarlar elbette Osmanlı’nın devamından geliyor. Biz ise sonraki kuşakların çocuğuyuz. Tam değilse bile büyük ölçüde taklitçi bir Batılı yaşam tarzıydı, altmışların, yetmişlerin İstanbul’unda içine doğduğum. Fakat o vakitler bu pek Batıcı bir ideoloji değildi. Kendiliğinden böyleydik. Siyaseten değil. Sonradan ‘yaşam tarzı’nın siyasi bir imgeye dönüşmesiyle Batıcılık da giderek bu bizimki gibi apolitik kitleler için bir ideolojiye üründü. (Elbet başka sebepleri de var.)

İki binlerdeki büyük ölçüde bu Batılı kesimleri manipüle etmek için kurgulanmış Cumhuriyet mitinglerini hatırlayın. Ellerindeki Türk bayrakları ile son derece Batılı bir yaşam tarzından gelen ve Batılı değerleri savunan kitlelerin en büyük ideolojisi ulusalcılık, milliyetçilik idi. AKP’ye de Batı işbirlikçisi diye karşı çıkıyorlardı.

Böyle ilk bakışta anlaşılması zor, karmaşık bir sosyolojinin içinden gelmek, elbet hepimize sorumluluk yüklüyor.

Ermeni, Rum, Yahudi arkadaşlarınızı sonradan değil, neredeyse doğuştan edinmişseniz... Aynı doğallıkla kendilerine Kürt diyenlere bakmakta sonradan neden zorlanırsınız? Sırf Kürt oldukları için üniversite öğrencilerine evinizi neden kiralamak istemezsiniz? Kendi yaşadığınız mahallede (Bakırköy, Şişli, Kadıköy vs) elinizdeki Türk bayraklarıyla, yabancılar defolsun ülkemizden, sahiller gavurlara peşkeş çekiliyor diye bağırırken... Üç beş tane kalmış gayrimüslim komşularınızın sessizce ve ürpertiyle bu ayrıştıran, hedef gösteren ve nefret üreten dalganın geçmesini beklediklerini, sıranın yine kendilerine geleceğinden endişe ettiklerini düşünemiyorsanız.... Batı’nın kendi Müslümanlarına olan dışlayıcı tavrını eleştirirken, biraz daha ‘derin’ okumalar yapmak zorunda kalırsınız er geç.

Yazının başında Avrupa’yla kişisel ilişkilerimi gözden geçireceğim demiştim. Gelgelelim şu ana dek bizim topraklarda kendine ‘yerli’ diyen, bu kavramı tekeline alan ama yerliliğin içindeki ‘çoğulcu / evrensel’ dinamiği göremeyen kitlelerden dem vurdum. Bunlar laik liberal Batılı çevrelerde olduğu kadar, muhafazakar çevrelerde de aynı şeklide mevcut. (Farklı simyalarla yoğrulsalar da.)

Avrupa’ya dönersek. Gençliğimin Fransa’sında, yani seksenli yıllarda caddelerinde yürüdüğümden bu yana, yıllar içerisinde şunu fark ettim. Avrupa’nın hayatı ve dünyayı durmadan ikiye ayıran (biz uygar olanlar ve diğerleri) bölen, parçalayan ilerlemeci ve kıyaslamaya dayanan tavrının küresel dünyada artık tek üstün değer olmadığını, giderek özgür ruhlarını esir aldığını göremiyorlardı. Diğerleri diye tek bir kitle yoktu çünkü. Her ne kadar küresel dünyada Batıya benzeme eğilimi ağır bassa da, çeşit çoktu ve elan yeryüzünde boldu.

Avrupa’da ‘kabul görebilmenin yolu’ ise Avrupalı’ya benzemekten geçiyordu. Sadece benzemekten. Avrupalı olmanıza imkân zaten yoktur. Belli bir üstünlük normu her vakit kalmalıdır aranızda. (Bunu en iyi Avrupa’da onlara benzeme hevesiyle nasıl da içten içe zorlandıklarını bilen bizim Batılılar anlar.)

Avrupa’nın bu bir gün herkes bize benzeyecek tarzındaki kaçınılmaz bakış açısı bu zihniyeti içinden çürütmeye başladı çoktandır. Şekle, sûrete indirgedi bütün bir evrensel ruhu; bunun yansımalarını sanatta, kültürde, insan ilişkilerinde ve gündelik hayatın derinliklerinde gözlemek mümkün. Kısırlaşma ve durgunluk; sanat gibi pek çok alanda uzun zamandır söz konusu.

Aynılaşmak insan hakikatinden eksiltiyor ister istemez. Sahici bir buluşma ve karşılaşma imkânına oysa ancak çeşitliliğin ve farklılığın altını özgürce çizerek varabiliriz. Kutsallık anlayışı da farklılığın altını çizmeli çizecekse, ifade özgürlüğü anlayışı da, hümanizm anlayışı da... Yoksa bunca ‘aynı’lık sanrısıyla asıl çatışmalar başgösteriyor. Toparlayacak olursam:

İster bu topraklarda Avrupalı’ya benzeme çabamız olsun, ister Avrupalı’nın içindeki yabancıları kendine benzetme çabası olsun: Fos bir melezlik üretti. İçi hakkıyla doldurulamayan bir melezlik. Çünkü sadece üstün olanın değerlerine benzemek suretiyle bir kaynaşma, bir iç içe geçme mümkün olabiliyor. Bu tarz bir melezleşme ise baskın olan için her koşulda tahakkümü, sömürüyü, nefreti tetikliyor. Ezilen içinse düşmanlığı, şiddeti, öfkeyi besliyor. Burada da, orada da.

#Yunanistan
#Hebdo saldırısı
#Orhan Pamuk
#Yahya Kemal
9 yıl önce
Melezleşme sanrısı; dışımızdaki ve içimizdeki Avrupa!
Ne istiyorlar Bayraktar’dan...
Kara dinlilerle milletin savaşı
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar