|
Tsipras ve euro bölgesi golemleri

2011 yılında, küresel krizle mücadele eden Yunanistan’da eski Başbakan Yorgo Papandreu’nun AB zirvesinde belirlenen 130 milyar euroluk yardım paketini referanduma götürme kararı Avrupa Birliği’nde kıyameti koparmıştı ve ülkede de siyasi krize yol açmıştı. AB liderlerinin yoğun baskısı ile karşılaşan Papandreu, Merkel-Sarkozy ikilisinin “Referanduma kadar tek kuruş alamazsınız” mesajının üstüne geri adım atmak zorunda kalmıştı. O günlerde, Papandreu’nun istifaya zorlanması ve aynı dönemde İtalya’da yükselen iflas korkusu, Avrupa’da “demokrasi mi yoksa post-demokrasi mi?” tartışmalarını başlatmıştı.

Kelime anlamı “demokrasi sonrası” olan post-demokrasi kavramı, ilk olarak Colin Crouch tarafından 2000 yılında kullanıldı. Crouch’un post-demokrasi tanımı kısaca şöyle: Bağımsız ve meşru seçimlerin gerçekleştiği, hükümetlerin seçimle gelip seçimle düştüğü, ifade özgürlüğünün sorunsuz biçimde var olduğu demokratik devletlerde, bir sonraki aşamada karşılaşılan durum. Evet, kağıt üstünde ve uygulamada demokrasi var ama ülkede önemli kararları almak belirli bir zümrenin kontrolünde, demokratik kurum ve kurallar bir elitin tekelinde. Yani devletin halk için çalıştığı demokraside, belirli bir zümre dengeleri kendi lehine değiştirir ve devletin de üstüne çıkar. Devlet artık bu zümre için çalışmaya başlar. Özetle, demokrasi evrim geçirir ve yeni bir aristokratik düzene, yani post-demokrasiye dönüşür. Bu durumu Türkçe’de açıklayan çok güzel bir atasözü var: “Parayı veren düdüğü çalar” post-demokrasi aynı zamanda post-endüstriyel bir toplumdur. Hala sanayi üretimi vardır ama enerji, finans ve telekomünikasyon gibi bir devlet için stratejik olan sektörler bir elitin kontrolündedir. Post-demokratik toplum demokrasinin tüm uygulamalarına hala sahiptir ama bu daha ziyade bir kabuktur. Kabuğun içinde, yönetimin özünde, siyaseti ve ekonomiyi kontrol eden bir elitin, demokratik bir görüntü altında kritik olan tüm kararları alıp aslında devleti de kukla gibi yönettiği, insanların aslında bir demokrasi içinde yaşadıkları yanılsaması altında gerçekte kendi kendini yönetmekten olabildiğince uzaklaştığı bir düzendir. Uluslararası sistem diye tabir ettiğimiz, Orta Doğu’da darbelere göz yumup hala nasıl demokrasiden bahsettiğini anlamadığımız düzen post-demokrasidir. Ya da Gazze’de, Suriye’de yaşanan insanlık suçlarına kayıtsız kalıp İsrail’in arkasında toplanan, Esad rejimini tercih eden düzen, küreselleşmenin söz konusu elitlerin devlet üzerindeki tahakkümü artırmasıyla, devlet ve dünya liderlerinin ‘dengeler’ uğruna siyaset yapan ve elitlerin ihtiyaçlarını karşılayan birer yavere, birer bürokrata dönüşmelerinin sonucudur.

Occupy Wall Street “Siz %99’sunuz, biz %1’iz” diyerek aslında ABD’deki bu zümreye savaş açmıştır. Küresel krizin asıl nedeni %1’in açgözlülüğü ve devleti bir kukla gibi yönetme hırsıdır ama faturayı %99 ödemiştir, ödemektedir. %99’un devlet ve yönetimle sorunu yoktur, çünkü meşru bir seçimle gelmiştir, onun derdi Wall Street’teki inlerinde dünyayı yöneten patronlarladır. Bu patronlar enerjiyi, bankaları ve finans kuruluşlarını yönettiği gibi medyayı da yönettiği için, %99 sesini dünyaya duyuramamıştır. Medyada alabildiğine basın özgürlüğü vardır ama bir muhabirin, söz konusu patronların menfaatlerine aykırı bir yayın yapması sonucu, işe girerken imzaladığı ansiklopedi kalınlığındaki sözleşmenin içinde illa ki bu yaptığının hukuka aykırı olacağını gösteren bir madde vardır. İşte, “hukuk” budur; saati binlerce dolar olan avukatların temsil ettiği şirketlerin size imzalattığı antetli kağıtlardır.

Ve maalesef Occupy Wall Street, değil post-demokratik düzeni değiştirmek, bir taşı dahi oynatamamıştır. Örneğin, bu hafta Amerika’nın milyarder Koch kardeşleri 2016 Başkanlık Seçimleri’ne 889 milyon $ akıtacaklarını açıkladı. Şimdi böyle bir düzende demokrasiden bahsetmek mümkün müdür?

Ya da ABD ile AB arasında yapılacak Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) Anlaşması’nda yer alması önerilen ‘yatırımcı-devlet anlaşmazlık sözleşmesi’nin içeriğine göre, yatırımcı kurumlar için ayrı bir yargı sisteminin getirilmesi konusu. Halk “demokrasi” şemsiyesi altında herkesle eşit haklara sahip olduğunu, herkesle aynı mahkemeye gittiğini düşünedursun, bu yatırımcı kurumlar için özel mahkemelerin kurulması ve şirketlerin beğenmedikleri, işlerine gelmeyen, çıkarlarına zarar veren bir yasa nedeniyle, şirket avukatlarından oluşan bir kürsü önünde devletlere dava açabilmeleri nasıl bir demokrasidir?

İşte bunların ortasında yönetime geldi Yunanistan’da Syriza’nın lideri Aleksi Tsipras. Kemer sıkma politikalarından, IMF Başkanı Christine Lagarde’ın parmak sallamalarından, Alman şirketlerinin temsilcisi şansölye Angela Merkel’in üstlerine bir gölge gibi düşmesinden bıkan halk, bizim İslamofobik solcularımızın rüyalarında gördüğü gibi Yunanistan’ı anti-İslam devriminin kalesi yapsın diye değil, kendilerini küresel post-demokrasi rejiminin golemlerinden kurtarsın diye seçti Tsipras’ı. Tsipras, hükümet kurma çalışmalarına başladı hafta başında, bir yandan da “Borçlarımızın tamamını ödememiz mümkün değil” diye bir açıklama yaptı. Ancak Almanya, seçimlerin ardından ülkenin borcunun yeniden yapılandırılamayacağını, sadece mali yardım programının süresinin biraz daha uzatılabileceğini söyledi bile büyük bir kibirle. Bakalım Tsipras, euro bölgesi gardiyanlarına karşı er meydanına çıkmaya niyetlenirken, bizim solcuların hayalini süsleyen “zeki, çevik ve dibine kadar ateist” İslam düşmanı lider olmaya vakit bulabilecek mi? Kim bilir belki de, “Siz IMF’ye olan borcu nasıl ödemiştiniz ve bu golemleri nasıl durdurmuştunuz?” diye AK Parti’nin kapısını bile çalabilir.

#Yunanistan
#Yorgo Papandreu
#Colin Crouch
٪d سنوات قبل
Tsipras ve euro bölgesi golemleri
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi