Zahir ile batın arasında bir ‘berzah’ olan ‘hayal’, İbn Arabi’nin kelimeleriyle her durumda değişme ve bütün suretlerde gözükme özelliğiyle ‘Duyulur, akledilir, suret ve manalarda her durumda ve her şekilde hüküm sahibi’dir.
Bu manada, Batı’nın 19. yüzyıldan itibaren sanatta adeta kutsal bir kaseye dönüştürdüğü ‘gerçeklik’ de hayale dahildir. Ancak Batı ‘bakış açısı’ ve ‘algıda seçicilik’ terimleriyle gerçekliği dünyevi olanla sınırlayıp, hayali ‘fantastika’ olarak nitelemek suretiyle söz konusu gerçekçilikle bağını kopardığı için, son yüz yıldır sanatı Batı’dan okuyanlar ve tanımlayanlar olarak bizler de sanatsal gerçekliği som (ve zorunlu) bir durum olarak kabul ediyor ve onu hayalle ilişkilendirmekten kaçınıyoruz.
Muhatap olduğumuz her hal ve fiil an’ında geçmişe karıştığı ve gelecek olanda bir hükmümüz bulunmadığı için biz ancak ‘şimdiki zaman’da (an’da) yaşıyor ve ancak onda bir tasarrufta bulunabiliyoruz.
Şimdiki zamanımızın geçmişte ‘bize ait’ ve gelecekte ‘bize ait olabilecek’ olanla ilişkisi nedeniyle her ikisinde de hükmünün bulunması aynıyla şimdiki zamanımızda vuku bulan hayali de geçmişimizde ve geleceğimizde hüküm sahibi kılıyor.
Elbette şimdi sanat ve hayal kavramları üzerine konuşmakla A’mâk-ı Hayâl’in kaldığı yerden yeniden işe başlayalım demiyorum ancak gerçeklik planında yapılacak bir kurgunun hayal kuluçkasından çıkmakla sonuca ulaşacağının yani esere doğru olarak dönüşebileceğinin anlaşılması gerektiğini söylüyorum.
Sanat bir istidattır dolayısıyla bir kazanma değil bir ilahi vergidir ki, bunun sanatçılara olan isabeti de eşit değil, derece derecedir. Sanatsal gerçekliğin asli unsurları olarak hayal ve gerçeklik ise söz konusu istidatların ortaklık kurduğu tek yerdir.
Sanatçı istidadıyla başkalarına üstünlük kuran değil onlara nazaran bir farka eriştirilmiş olandır; dolayısıyla sanat da başkalarının yapamadığını yapabilme üstünlüğü değil, istidadının hakkını verme mecburiyetidir. Bu mecburiyet, onu sanatsal düşünce ile (ki, düşüncenin hayal, bilgiden kaynaklanma ve yeni bilgilerin üretilmesine vesile olma yoluyla akılla ilişkisi malumdur) sanatsal fiilin berzahından eser vermeye yöneltir.
Bu anlayışa bağlı olarak, Batı’nın seküler / materyalist gerçeklikten (hayatı kuşatma ve ifade etmede yetersizliği nedeniyle kutsal kaseden) bunalıp, buradaki yanlışını itiraf ederek doğrusunu aramak yerine başka bir yanlışı yani post-modernizm içinde post-gerçekliği üretmesi karşısında bizim sanatsal kurguyu ve eseri söz konusu iki sağlam ayak üzerinde (hayal ve gerçeklikte) yeniden birlikte mevzilendirmemiz mümkün görünmektedir.