|
Sanat ve suret

Suret, anlam yelpazesi en geniş kelimelerinden biridir. Bu nedenle yazımızın başlığıyla sınırlandırarak “görme-gören ve görülen” ilişkisi içinde ona verebileceğimiz en uygun iki karşılığın “resim ve imge” olduğunu belirterek yol alalım.

Bu yanıyla suret, ilkin İslami ontolojinin “dibacesinde” yer alır. Örneğin İbn Arabi Fusûsu’l-Hikem’inin ilk fassını onunla başlatır:

“Hak sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren ‘kuşatıcı bir varlıkta’ isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisinde görünmesini istedi. Varlık ile nitelenmiş olması nedeniyle ‘kendisini görmek istedi’ de denilebilir; çünkü bir şeyin kendisini kendisi vasıtasıyla görmesi, ayna gibi başka bir şeyde görmesine benzemez. Aynada kişi kendisini, bakılan cismin yansıttığı biçimde görür. O yer olmadan ve kişi ona bakmadan önce, böyle bir biçim ortaya çıkamazdı. Bunun için Hak (isimlerini ya da kendisini görmek üzere) bütün alemi ruhsuz bir beden gibi yarattı. Alem, tıpkı cilasız bir ayna gibi oldu.” (Çev.: Ekrem Demirli, Kabalcı Yay., İst. 2006).

Alemin cilasız bir aynadan, tam aynaya dönmesi ise insan ile oldu. Çünkü insan meluh olmasıyla İlâh’ı, merbub olmasıyla Rabbi, makdur olmasıyla el-Kâdir’i gösterme istidadıyla alem/le/de var edildi. Diğer bir söyleyişle nazar, basiret (iç-görü) ve akıl sahibi olarak insan, Rabbi'ni alem ve hayal sayesinde ‘görebilen’; Rabbi tarafından da görüldüğünü idrak edebilen (dünyevi) tek varlıktı.

Dolayısıyla insan, “görme-gören-görülen” ilişkisi içinde suretlendirilmeye ve surete getirebilmeye muhatap (konu) oluşuyla aynanın ikmalini sağladı.

“Suretlendirilme / surete getirme” dediğimiz şeyin bir inanış, anlayış olarak şekillenmesi ise şeriatlarla mümkün oldu. Diğer bir söyleyişle söz konusu suret olma ve suret yapma anlayışı (özü sabit kalmak üzere) şeriatlara göre şekillendirildi.

Bu yanıyla İslam’da suret, tefekkür, tasavvur, tahayyül ve hareket (ibadet) etmenin içinde(n) gerçekleşen şey olarak insanın tüm hallerine yayıldı. Örneğin dua (zikir ve namaz anlamları dahil) bir surete getirme ve suretine sunma olarak nitelendirildi.

Bu örneğimizden devam edecek olursak: Şari tarafından namaz’ın “sanki” a) Allah’ı görüyormuş, b) Allah tarafından görülüyormuş gibi kılınması istenilmiştir.

İlk durumu “teşbihe”, ikinci durumu ise “tenzihe” esas olan bu isteğin verisi ise suretlendir(il)me ve suretin imhasıdır. Diğer bir söyleyişle: “O, O’dur; O, O değildir”in salınımında olmaktır.

Ayrıca namazda gözlerin secde yerinde ya da kıble ufkunda olması gerekirken, basiretin Allah’a doğru ya da Allah’ın doğrusunda olması gerekir.

İlk durumda görmek, Görünmeyeni (Tanrı’yı) kendinde bir görünülüğe davet etme; ikinci durumda görmek ise Görünmeyen’in görme lütfunu talep etme şeklinde değerlendirilebilirse de aslında her iki durum da Görünmeyen’in hükmü altındadır. Çünkü görene (âbid’e) kendisini görme emrini veren de, görülebilmeyi vaad eden de Görünmeyen’dir. Dolayısıyla surete getirenle surete getirilen ayrılmamış bilakis bir’lenmiş olmaktadır.

Müslüman sanatçının bundan nasibi nedir diye sorulduğunda ise verilecek ilk cevap şu olsa gerektir: Sanatçının sanatıyla iyi görme (ve dolayısıyla iyi gösterme) iddiasının, iyi görülme arzusunu da içkin olmasıdır. Halk dilinde buna, “marifet’in iltifata tabi olması” denir.

Dünyevi bir uğraş olarak sanat, kendisinden başka bir şey olmamak ve aynı zamanda el-Hâlık, el-Bâri, el-Musavvir, el-Tayyib, el-Cemil, el-Musir...’in bir mazharı olmak bakımından sanatçının iyi görme ve görmesi sayesinde görülme çabasının geriliminden doğar.

Bu gerilim namazla ilgili zikrettiğimiz salınımın sanatçıdaki karşılığı olup, “(Y)eryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?” (Zariyat, 51:20-21); “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz...” (Fussilet, 41: 53) ilahi hitaplarıyla, Resulullah’ın “Biz kuşkuya İbrahim’den (as) daha yakınız” hadisinden beslenir; dolayısıyla gösterileni iyi görme ve şahit kılındığını doğru müşahede etmede öncelik sahibi olabilmekle, bunlar sayesinde görülebilmenin gerilimi sanatçı için bir şart haline gelir.

Bununla elbette sanatın namaz (dua ve zikir) gibi bir ibadet olduğunu söylemiyoruz ancak onun “sanki” namazdaki gibi bir görme ve görülme ilişkisinden doğan bir suret(lendirme) olduğuna dikkat çekerken, bu dikkat çekişte İbn Arabi’nin “Her hakikatin herkese göre bir tanımı vardır, benzerlikler aldatmamalıdır; insanı saptıran şey benzerliklerdir” uyarısını da unutmuyoruz. (Fütûhât-ı Mekkiyye, Çev.: Ekrem Demirli, cilt: 17, Litera Yay., İst.)

Dua, namaz, zikir, suret ve sanat müşterekliğinde son olarak şu hususun da altını çizmek ihtiyacındayız: Namaza meyli olmayanın kulağı ezanda olmayacağı gibi, sanata Müslümanca bakmayanın da İslam sanatından nasibi olmaz. Müslüman olmak bakımından “sanat ve suret” denildiğinde bakılması gereken bir emirler ve kabuller bütünü olarak İslam’ın kendisidir.

Sanat an-be-an yaşadığımız şeyden (suretlendirmeden) başkası olmadığı gibi kul olarak yükümlülüklerimizin fevkinde bir oluş da değildir.

twitter.com/OmerLekesiz
#tefekkür
#tasavvur
#tahayyül
9 yıl önce
Sanat ve suret
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!
Enerjide bağımsız olmak
Târihin doğru yerinde durmak