|
Sacit Kayasu’nun tuhaf hikayesinin sonu

Küçük hikayeler mühim değildir. Kendi içinde önemlidir elbette; ama çok fazla dolaşıma girmiş çok fazla sayıdaki bireysel anlatı, bazen “büyük resim” de denilen büyük hikayeyi flulaştırır, zaman zaman karartır. Küçük hikayeler ancak birleştirilip büyük hikayeyi tamamladığı ve tanımladığı ölçüde ifade ve analiz edilmeye değer hale gelir.

Ama sanırım Sacit Kayasu’nun hikayesi ortalama bir küçük hikayeden fazlasıdır ve tek bir hikayeyle, büyük hikayeyi önemli ölçüde “anlamayı” sağlayan hayat serüveninden biridir.

Vaktiyle program yaptığım Ülke TV’de, 12 Eylül konulu bir programıma konuk olmuştu Sacit Kayasu. Kendi iyiliğinin, başarısının yahut efendiliğinin farkında olmayan ya da belki nezaketinden, belki alçakgönüllüğünden dolayı farkında değilmiş yapan insanların tuhaf bir hoşluğu vardır; Sacit Kayasu da, uğruna hayatının geri kalanına mal olacak bedeller ödediği cesaretinin farkında değilmiş gibi duran biriydi. Ne sızlanma, ne kızgınlık, ne bir sitem, ne kırgınlık... Sadece başına gelenleri anlatmıştı. Kimseye kırılmamış gibi gözükmesi de tuhaftı; zira sıkıntı çekmiş, gadre uğramış insanların kalbinin acılaşmadığı, kanının kararmadığı, içine çöreklenen, içinde katılaşan acıyla, giderek tahammül edilemez biri haline gelmediği durumlar nadirdir.

Sacit Kayasu’nun hayatının geri kalanına mal olacak cesaretini eminim biliyorsunuz ama yine de, 2011 yılında kendisi için yazdığım –gözden geçirilmiş- şu satırlarla hatırlatayım:

“Sacit Kayasu, 2000’den 2003 yılına kadar Adana’da bulunmuş bir Cumhuriyet Savcısı’ydı. Di’li geçmiş zaman kipi kullanıyorum, çünkü kendisi artık savcı değil (kendisi artık hayatta da değil). 2010 yılına kadar bırakın savcılığı avukatlık bile yapamadı. Peki, Kayasu’nun kariyeri neden başladığı noktadan geriye doğru ilerledi? Neydi O’nun mesleki kariyerinin Benjamin Buttonvari tuhaf bir seyir izlemesine neden olan?

Sebep; Sacit Kayasu’nun, Adana Cumhuriyet Savcısı’yken, 12 Eylül 1980 darbecilerinin yargılanması amacıyla 2000 yılında bir iddianame tanzim etmesiydi; 28 Şubat darbesinin, askeri vesayetin en ağır şekilde memleketin üstüne çullandığı 2000 yılında O’nun yaptığı bir cüret işiydi; bir meydan okumaydı; bir kalkışmaydı ve bunun bedelini açığa alınmak, üç yıl açıkta bekletildikten sonra da, Genelkurmay Başkanlığı’ndan Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’na giden şikayet sonrası meslekten ihraç edilmek suretiyle ödedi.

Dolayısıyla, yıllar sonra bu ülkede 12 Eylül Darbesi’ni yapanlar hakkında dava açılabildiyse, bunu sağlayanlardan biri O’ydu. Çünkü Kayasu’nun hazırladığı iddianamenin tarihi 28 Mart 2000’di ve 12 Eylül darbesinin 20 senelik zaman aşımınından yargı dışı kalmasını durduran da, bu zamanlama oldu.

Beni en çok etkileyen ve küçük hikayeyi, büyüğü tanımlar hale getiren ise Kayasu’nun meslekten ihraç edildikten sonra başına getirilenler; iddianame’yi teslim etmesinin hemen ardından Adliye’deki odasına girememesi için kapısının kilidinin değiştirilmesinden, gazetecilerin yaklaşmaması için evinin önüne polis yerleştirilmesine, HSYK tarihinde bir ilk olarak üç yıl boyunca açıkta tutulan tek savcı olmasına kadar pek çok ayrımcı muameleye maruz kalması... Ama bundan daha can acıtıcı şeyler de var.

İki kulağındaki işitme cihazına rağmen, konuşulanları çok zor duyabilen Kayasu, bunun sebebini: “Açığa alındıktan sonra, üç yıl boyunca evde oturdum. Kahvehaneye giden bir insan değilim. Eşim ve çocuklar sabah iş ve okul için çıkıyorlardı evden, akşama kadar tek başıma oturuyordum. Üç yıl boyunca kapımı kimse çalmadı, hiçbir arkadaşım arayıp sormadı” şeklinde açıklamıştı mesela. Sacit Kayasu’nun yalnızlaştırılması duyma hissini kaybetme şeklinde somutlaşmıştı. Şaka gibi ama gerçek, kulağındaki problem işitme kaybı değildi, kulak sese yabancılaşmış, duymayı unutmuştu; en azından teşhis buydu.”

Sacit Kayasu, artık aramızda değil; yukarıda kısmen alıntıladığım yazının üzerinden 3 yıl geçmeden hayatını kaybetti.

Yıllar yılı, darbenin insanlara neler yaptığından yakınan Kemalist-solcular; hatta yazı kariyerini 12 Eylül ağlamalarından ibaret bir romantik edebiyata borçlu olanlar -ki onları çok iyi tanırsınız-; 12 Eylül’de solcu çocuklara yapılanları yaza yaza ceplerini dolduranlar; Sacit Kayasu’yu, hayatının tamamıyla büyük hikayeyi ortaya koyan bu cesur adamı “görmediler”; yaşarken de itibarının iadesini istemediler, öldükten sonra da anmadılar. Üstelik, onların destek olunacak kişilerde bulunmasına tahammül edemedikleri dindarlıkla malul bile değildi Sacit Kayasu, darbeyi yargılamaya kalkan seküler bir savcıydı sadece; ağlamalara doyamadıkları darbenin yargılanması işi ciddiye binince yüzlerini döndüler.

Sacit Kayasu’ya -en azından- vefa gösterme görevi ise, “12 Eylül’ün bir sonucu olarak kamusal alana çıktılar” dedikleri dindarlara-islamcılara kaldı.

Kendi adıma O’na minnettarım; rahmetle anıyorum; yaşarken bulamadığı huzura kavuşmuş olduğunu umuyorum.

#Sacit Kayasu
#Ülke TV
#Adana Cumhuriyet Savcısı
9 yıl önce
Sacit Kayasu’nun tuhaf hikayesinin sonu
Haftanın ekonomik özeti ve beklentiler
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü