“Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer desem daha doğru.”
Rilke’nin cümlesi...
Bu cümledeki ironiyi farkına varmadan günde kaç kez yaşıyoruz acaba?
Acı çektiğini düşünüyorsun. Acını dindirmek için yollara düşüyorsun. Tut ki, sen, kent yaşamına meftunsun. Kenttir seni cezbeden, hem de çoğu kimsenin reddettiği kent: o vıcık vıcık insan ve bataklık kokan yerleri; pas ve terin birbirine karıştığı, duvarların is ve kurumdan katranlaşıp karardığı, pencereleri iç içe birbirine geçmiş, çatıları bir çatı ormanına dönüşmüş mekânları... Öyle yerlere meftunsun. Günün birinde diyorlar ki, bütün bunlar sağlıksızlık işaretidir. Dahası, yıllar önce bu tür mekânların sağlıksız yerlerin en sağlıksızı olduğunu sen de kabul ve ikrar ediyordun. Ama işte, yıllar sonra, herkesi kandırdığını, bir kendini kandıramadığını itiraf etmenin zamanı gelmiştir. Herkesle birlikte ölünecek yerler olarak düşündüğün o mekânlar, şimdi sana yaşanacak yerler olarak görünmeye başlıyor: Rilke’nin ironisi, bu kez tersinde işlemeye başlıyor. O, yaşanacak yer diye gelinen hastaneleri ölünecek yer diye betimlemek istiyordu. Kentler, günümüzün kentleri, yaşanacak yerlerle ölünecek yerlerin birbirinin içinde yer tuttuğu mekânın kampüsü sanki...