|
Ergişi odasında kış muhabbetleri
İnsanoğlu şu dünyada gözünün aradığı; canının arzuladığı dostlarıyla, yârenleriyle muhabbet de edemeyecekse yıkılsın gitsin şu meret dünya!

Ergişi odasının en mühim vazifesinin yatılı misafirlerin huzur ve güven içinde dinlenmeleri olduğunu geçen hafta yazmıştım. Fakat misafir olsa da olmasa da bu odalar en çok akşam oturmaları için kullanılırdı.

Gündüzün işleri bitip de akşam yemeği de ailece yenmişse, evin erkekleri kendi yaşlarına ve meşreplerine göre köydeki uygun bir ergişi odasının yolunu tutarlardı. Oda sahipleri ise bu esnada sobayı yakmış, altı musluklu bakır soba kazanını kaynatmış, çayı demlemiş olurlardı. Yarenler birer birer geldikçe meclis şenlenirdi. Gelen, içeridekilere selam verdikten sonra oturur, o oturunca diğerleri yeni gelene sırayla “merhaba” derlerdi. Oturanlar sırayla “merhaba” dedikçe yeni gelen herkese teker teker “merhaba” diye cevap verir bu esnada elini kalbinin hizasına götürürdü. Şayet oda kalabalıksa üç-beş merhabadan sonra gelen kişi “cümleten merhaba! Cemaate rahmet!” der ve böylece karşılama töreni sona ermiş olurdu.

Çay ikramı başlayınca tabaka dolaştırılır, tütün sarılır, bardaklar boş gider dolu gelirdi artık. Hele bir de limon ve karanfilli akide şekeri varsa ne çaya doyum olurdu ne dostlarla muhabbete.

Derler ki “lokma karın doyurmaz, muhabbet artırır”. Şehirlerde kahveye gidenler için söylenen “Gönül ne kahve arar ne kahvehane, gönül sohbet arar kahve bahane” sözü de aynı felsefenin mahsulüdür.

Çin Seddi’nin dibinden Buhara’ya, oradan Horasan’a, oradan Tebriz’e, Van’a, Erzurum’a, oradan İstanbul’a ve Bosna’ya kadar neredeyse bütün bir dünya küresinin yüzeyini hanlar ve kervansaraylarla donatma iştiyakı da insana hürmetten; muhabbetten başka bir şey değildi.

Komşuya sevgi, misafire saygı izzet ve ikramı inceltir, özeni artırır, standardının ve kalitesinin yükselmesine vesile olurdu. Yemekler, çaylar kahveler, yün minderler, halı yastıklar elde olanın en iyisinden hazırlanırdı. “Evini yık, yüzünü ağart” derlerdi. Tanrı misafirine ikram ve hürmette kusur etmeme sınavından yüzünün akıyla çıkmak için her fedakârlık yapılırdı.

Misafire değer verme ve üstün tutma kültürümüz yalnızca ikramları ve sunumları kibarlaştırıp inceltmezdi elbet ve asıl söz incelir, mana yücelirdi. Edep egemen olur, gönül huzura erer, irfana kapılar açılır ve nihayet insan kanatlanırdı. İşte o anda ses kesilir şiir başlardı. Ya Yunus alırdı sözü, ya Emrah.

Gece dışarıda kar yağıyorken, kapı baca karla kaplanıyorken, yol iz kapanıyor; adeta tüm yeryüzü beyaza kesiyorken oda birden gurbette bir sığınağa da dönüşebilir. Dünya gurbetinde bir garip yolcuyuzdur. Kim misafir kim ev sahibi belirsizleşir. Mübarek kar ilahî bir kuşatıcılıkla yağar ve bir kefen gibi dünyayı sararken ölmeden önce ölmenin sırrına erenler olur. İşte uzunhavalara bu aşamada geçilir.

“Silmedin gözyaşını aşkın ile ağlıyanın

Vay ahvaline zalim, sana bel bağlıyanın!”

Ahmet Hamdi Tanpınar, ünlü “Beş Şehir” kitabının Erzurum bölümünde bizim köyde misafir edilişini ve dinlediği türküleri uzun uzun anlatır. Hatta bir yerde “Cinis’te geçirdiğim bu dört günlük misafirlik, bana bir kütüphane kadar faydalı oldu” der.

Erzurum’da dinlediği klasik türkü metinlerinin yüksek şiir değerine modern dönem edebiyatçılarımız arasında ilk dikkat çeken Tanpınar olmuştur. Bazen düşünürüm, yabancılaşma, özenti ve taklit batağına düşmüş insanlarımızı ergişi odalarının muhabbet atmosferinde şöyle bir kış misafir etsek, birkaç yüz ilahi, deyiş, nefes ve türkü öğretsek acaba bünye tedaviyi kabul eder mi? Bana öyle geliyor ki ne dert kalır ne tasa! Ne yapıp edip dünyanın üzerinde muhabbet edilen bir mekân olmasına, izzetle, ikramla sofralar donatarak muhabbet meclislerinin kurulmasına; böylece irfan kapılarının açılmasına ve gönlün pervaz etmesine giden yolu açmalıyız! Başka çıkış yolu yok!

Ergişi odaları Anadolu’nun onbinlerce köyüne serpilmiş sayısız muhabbet mekânlarıydı. Bunlar adeta köy ölçeğindeki birer küçük kervansaraydı. Kâfir veya Müslüman, tanıdık tanımadık her yolcunun “kendi evi gibi” yiyip içip yatacağı geniş, ferah, görkemli taş yapılardı. Oda sahibi ise misafirlerine hizmet etmeyi şeref ve itibar vesilesi sayardı. “Ağalık etme” fırsatı doğmuş olurdu çünkü. “Ağalık vermekle, beylik sürmekle” denilmiş olduğu için, kendinde olandan olmayanlara veren, paylaşmayı ve ikram etmeyi seven, merhametli, eli bol, hasılı “ağa mizaçlı” kişiler misafiri bir nimet kabul ederlerdi.

Böyleleri uzun bir süre misafir gelmeyince huzursuzlanır; çıkıp etrafta sofraya buyur edecekleri birilerini ararlardı.

Köye başka köylerden yahut uzak kasaba ve şehirlerden gelen yabancı, genellikle camiye yahut cami önüne gelir, oda sahiplerinden biri de namaz çıkışı o misafiri “hoş geldin ederek” alıp odaya götürürdü. Şayet misafir bilinen ve itibarlı biri ise, meselâ bir âlim, bir derviş, gezgin bir âşık, yahut çevre köylerden birinin ileri gelenlerinden biri ise bu sefer ergişi odası sahibi olanlar, adeta aynı topu kapmaya çalışan rakip futbolcular gibi birbirlerini kibarca iterek o misafiri kolundan tutup kendi odalarına götürmek isterlerdi. Sonunda misafir bir kişide kalırdı elbet, fakat bu sefer de diğer oda sahiplerinden kimileri evde börekten dolmaya, keteden kadayıfa türlü yemekler hazırlatır ve bakır tepsi içinde misafirin kaldığı ergişi odasına götürürlerdi. Oda sahibinden izin alarak yapılan bu ikram, “bu muhterem zâta bizim de bir lokmamız nasip olsun” düşüncesiyle yapılırdı.

Misafirlerin binekleri de ahıra alınır, atlara arpa saman, ot su verilir, tımar edilirlerdi. Nallarından düşüp eksilmiş olan varsa nalbant çağırılır, çaktırılırdı.

Gene tel helvasına sıra gelmedi. Üstelik daha “oyun çıkarma” bahsi var ki anlatması günler sürer. Ya nasip!
#şaban abak
#şaban abak yazı
#yeni şafak yazar
9 yıl önce
Ergişi odasında kış muhabbetleri
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti