|
Büyük fotoğraf üzerinden

Modern târihin içindeki ulusal oluşumlar büyüme ve küçülme üzerinden şekilleniyor. Yani, ya bir ulus olarak büyüyeceksiniz, ya da küçüleceksiniz. Bu seçeneklerin, ulusçu-ideolojik hırsları harekete geçirici bir etkisi muhakkak ki olmuştur; olmaktadır da. Ama, bu hırsların sonuç alması, dünyâdaki işbölümü içinde nereye karşılık geldiği ile alâkalıdır; bu hırs içinde ne yoğunlukta hırslanmış olunduğuna değil.

Bir dünyâ okuması olarak yapısalcılık; onun içinde de özellikle Sistem Okulu ve türevleri, Marx’ın sınıfsal işbölümü kavramını, küreselleştirmeye çalıştılar. Buna göre, çok kabaca ifâde edecek olursak; “merkez –çekirdek” kapitalizmin ulusları ile “yarı-merkez” ve “kenar dünyâlar”ın ulusları ayrıştırılmaktadır. Bu basit olarak bir gelişmişlik farkı değildir. Bundan daha ileri olarak bir işbölümünü ifâde eder.

Bahse konu olan ayırımlarda uluslar başat aktörlerdir. Bunu görmek için ulusçu(milliyetçi) olmak gerekmiyor. (Hattâ olmamak bu konuda daha çok şey gösterebilir). Ulus, ideolojik donanımı çok öznel kılınmaya çalışılsa da temelde nesnel bir olgudur. Dünyâda kendi özgül kimlik ve ağırlığını bulmayı; ya da ulusçuların çok sevdiği bir bakışla, kendi içine kapanarak kendisi olmayı değil ve fakat modern dünyâya eklemlenmeyi ifâde eder. O zaman ulusların bağımsızlığını aldatıcı bir bakış olarak okuyabiliriz. Tam tersine uluslaşarak daha bağımlı olarak yaşanması mukadder olan modern dünyâya doğru nesnel bir adım atmış olunmaktadır.

Burada önemli olan, uluslaşarak uyumlulaşılan bir dünyâda, bağımlılık ilişkilerinin öznesi olup olmamakla alâkalıdır. Ezcümle soru şudur: Bir ulus olarak başka uluslara bağımlılaşırken, bağımlılığın neresinde duruyoruz? Bu bağımlılık “bizi” nesne mi kılıyor, değilse özneleştiriyor mu? Daha basit koyalım: Nesnel bir ilişkinin içinde nesneleşiyor muyuz, özneleşiyor muyuz?

Bu sorular nesnel sorulardır ve ahlâkî tercihlerle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Nesnel bir sürece ahlâkî tartışma giydirmek anlamlı değildir. Eğer ahlâkî bir tartışma yapılacaksa, en radikal düzeyde “temellerin duruşması”na girişmek gibi çok daha meşakkâtli bir işe soyunmak gerekir. Bu duruşmadan çıkacak sonuçlarla yeni bir dünyânın inşâsına girişmek çok daha derin ve ağır bir konudur. Genellikle de bu yapılmaz. (Gandhi hareketi, hala bu yolda girişilmiş eldeki yegâne modern tecrübedir). Genellikle yapılan, nesnel süreci morâl olarak ve bence de beyhûde olarak tartışmaktır. Bu da refere edilen moral değerleri hayâta geçirmek şöyle dursun, tam tersine o değerlerin aşınmasıyla sonuçlanır. Biz modernlerin ağır sorunu, nesnelliğin her zaman olduğundan daha fazla belirlediği bir dünyâda moral alanlara nefes aldıracak alanları açabilmenin zorluğundan kaynaklanmaktadır.

Modern dünyânın nesnel başarılarını sermâyenin birikim ve dağılım târihi belirliyor. Ulus bir sermâye birikimi ile eşlenmiyorsa zâten anlamını kaybedecek, bağımlılık ilişkisinin nesnesi olacaktır. Ulus olarak küçülmenin karşılığı da budur.

Ulusların inşâsında eğer kayda değer bir sermâye birikimi yönlendirici olmuyorsa, ulusçuluğun ideolojik ikmâlini sağlayan unsurlar baskınlaşıyor. Hattâ, onun kendi mantığı ulusları matruşkalaştırıyor. Uluslaşmak oyunlaşıyor ve uluslardan yeni uluslar türüyor. Bu da sürecin dramatik kısmını derinleştiriyor. Uzakta, gidilemeyen köyler “bizim” olmuyor, kapanın elinde kalıyor.

Türkiye sürece I.Genel Savaş sonrasında girdi. Dünyâ işbölümündeki yeri yarı-merkez uluslar safındaydı. Bütün iniş ve çıkışlara rağmen 1923-1970 arasında sağladığı kalkınma, onu bu ligde hallice bir yere kadar getirdi. 1970-2000 arasındaki zaman dilimi ise Türkiye’yi durgunluğa iten gelişmelerle yüklüdür. 1983-1987 arasındaki silkinme, 1990’ların Restorasyonu ile engellendi. Askerî-sivil bürokrasi ve lümpen sermâye ilişkisine dayanan ve vesâyet diye anlan süreçler; bu durgunluğun devamından yana olan ve durgunluğun içinde gelişip, içe doğru işleyen talancı bir paylaşımın karşılığıdır. Durgunlaşarak küçülme riski Kürt meselesinde alabildiğine irinleşmiştir. Unutmayalım ki, Kürt sorununun bastırılmasında izlenen ve sâdece bu sorunu biraz daha azdırmaya yarayan kaba metodlar, ideolojisi bambaşka bir söylemde şekillense de, kendisi sosyolojik olarak muhafazakârlaşan restorasyon güçlerinin hediyesidir. Ulusal birliğin güçlü ideolojik vurguları- milliyetçilik ya da ulusalcılık farketmez- dünyâ okumasında küçülmenin risklerini akla getiriyor.

Türkiye, son 15 senede, modernleşmesinin yol açtığı ve siyâsal yaralar açan demografik-kültürel savrulmaları sermâye birikimi odağında dengelemenin öncül başarılarını ortaya koydu. Önümüzdeki on yıllar bu başarıların, artık yavaş yavaş durgunluğa giren bir dünyâda nasıl sürdürülebileceğine dâir sorunlarla yüklü. Burada merkez-dünyâ ulusları ile yarı-merkez uluslararasındaki ilişkileri eş anlı olarak hem riske eden, hem de fırsatlarla donatan gelişmeler yaşanıyor. Bir sonraki yazıda bunları ele almak istiyorum.

#Marx
#Ulus
#ideolojik
٪d سنوات قبل
Büyük fotoğraf üzerinden
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı