|
Daralma(1)…
Siyâset sanatı “çatışma” ve “uzlaşma” arasında en elverişli düzeyi yakalama sanatıdır. Bu genelleme, ne çatışmacılığın, ne de uzlaşmacılığın mutlak alınmasını îma eder. Kronik çatışmaların, târihsel olarak defalarca test edildiği üzere en muhtemel sonucu, çatışanların toplu yıkımıdır. Kronik uzlaşmacılık ise, uzlaşmacı tarafını dirayetini kırar ve kendisini eksilterek, uzlaşmak istediğini mutlak bir güce dönüştürür.

Türkiye’de siyâsetin kültürel târihi, Osmanlı’dan Cumhûriyet'e dikkât çekici bir keskinleşme gösteriyor. Osmanlı’yı “imperium” ekseninde büyüten esaslı dinamik, siyâsetini, hükmetmeye başladığı coğrafyada mevcut olan “kan davalarının” üzerine çıkartabilmesiydi. Yâni Osmanlı, ulaştığı her yerde “kan davalarını” sona erdiren, bütün taraflara “barış” getiren bir güç olarak tanındı ve kabûl gördü. Yâni Osmanlı “kılıç kullanmayı” herkesin tabiî hakkı haline getiren bir kaosu sona erdirdi. Bunun yerine sıkı kurallara dayalı kendi savaş ve barış hukukunu kurdu. Böylece savaşa ve nasıl ve kimlerle savaşılacağına, “kılıç” tekelini ifâde eden devlet karar verecekti. Bu, Roma’nın nâmını sağlayan meşhûr “Roma Barışı”nın (Pax Romana) daha incelikli bir şekilde “Osmanlı Barışı”na (Pax Ottomana) dönüşmesini ifâde eder.

Modern dünyâda ise Osmanlı siyâsetleri “Tanzîmat”tan “Meşrûtiyet”e; “Meşrûtiyet”ten “Cumhûriyet”e bir daralmaya uğramıştır. Bunu bir bakıma da doğal bir gelişme olarak değerlendirebiliriz. Bitmek tükenmek bilmeyen saldırılar, bek’a sorunu, çözülme ve yıkımlar daralmanın dışarıdan gelen esaslı sebepleridir. Ama özellikle İ.T ve C.H.P dönemleri, “târihsel daralmayı” alabildiğine “kültürelleştirerek” içeriye doğru bir dizi hesaplaşmaya taşıdı. Yâni, “nesnel” daralma, “öznel” bir daraltmayla derinleşti. Cumhûriyetin belki “kuruluş” değil ama “pekiştirim” (konsolidasyon) felsefesi, kategorik olarak büyük bir Sünnî çoğunluğu dışarıda bıraktı. Buradan ulus inşâsını sakatlayan; merkez-kenar bölünmesini keskinleştiren “dinsel” ve “etnik” meseleler türedi.

Daralmanın temel meseleleri önce “Soğuk Savaş”ın kodlarında ideolojik olarak maskelendi. Biz on seneler boyu, Türkiye’deki siyâsal çatışmaları, “ilericiler-gericiler”, “lâikler-dindarlar”, “solcular-sağcılar”, “sosyalistler-milliyetçiler” arasındaki meseleler olarak, sosyoloji dışı kodlarda okuduk.

AK Parti’nin temsil ettiği süreç bu okumaları bozdu. Bu süreçte, merkez sağ ve merkez sol arasında aldım-verdim oyununa dönüşen temelde sosyolojisi zayıf bir bölünme ve iktidâr alış verişi 2000’li senelerde çöktü. İç göç temelinde “kenar”ın “merkez”e yürüyüşü AK Parti’de siyâsal bir karşılık buldu. Bu gelişme târihsel daralmayı sona erdirecek bir hamlenin başlangıcıydı. AK Parti bu süreci, son derecede açılımcı bir şekilde, üstelik ekonomik açılım ve başarılarla da taçlayarak, 2010’a kadar hayli başarılı bir şekilde yürüttü. 2010’dan sonra ise, uluslararası destek de alan “askerî ve sivil bürokrasi, lümpen sermaye ve yerleşik orta sınıflar”dan oluşan bir blokun açık saldırılarına mâruz kaldı. Bu saldırılar karşısında AK Parti bir savrulma yaşadı. Recep Tayyip Erdoğan’ın kararlı duruşu sâyesinde bu savrulma aşıldı. Zâten Sayın Erdoğan’ın bu duruşu onun karizmasının sağlam temellere kavuşmasını sağladı.

Gezi olaylarını, çok daha belâlı bir saldırı olan; yine dışarıdan destekli “müesses underground”ın radyoaktif saldırıları izledi. Bu sürecin serpintileri ha’lâ devam ediyor. Bütün bu baskı ve saldırılar AK Parti siyâsetlerini dönüştürdü. AK Parti, 2010’lara kadar sürdürdüğü “açılımcı” ve “öncü” dinamiklerini örseledi ve parti bir daralmanın içine girdi. Bir anda ekonomik kalkınmanın bütün istenmeyen ve olumsuz özellikleri (yolsuzluk iddiaları, kalkınmanın insânî ve çevresel mâliyetleri konusundaki hesapsızlıklar) ortaya çıktı. Yeni ve savunmacı AK Parti refleksi, belki çok da yanlış olmayan bir şekilde bunları saldırıların bir parçası olarak algıladı ve savunmaya geçti. Ama, bu zaafları kullananlara karşı, önemli ölçüde haklı olarak yürüttüğü mücâdele, bu sorunlarla yüzleşmeyi zora sokuyor. Bunlar da, siyâset üretme özürlüsü muhalifleri zevkten dört köşe yapıyor ve AK Parti’nin karnesine kötü puanlar olarak yazılıyor.

Doğrusu dış dinamikler de Türkiye’deki daralmayı teşvik ediyor. 2010-2015 arası, “Arap Baharı”-ama ne bahar!- yaşandı. Mezopotamya, Mağrip, Mısır alt-üst oldu. İsrail-A.B.D; Türkiye-İsrail ilişkileri gerildi. Avrupa Birliği dramatik bir sarsıntıya uğradı. FED yükseltilmiş fâiz siyâsetleriyle A.B.D Doları'nı çekmeye başladı. Dünyâ, başta Çin olmak üzere ekonomik bir durgunluk ve daralmaya girdi. Çekirdek kapitalist blok içi ve çekirdek blok ile yarı-merkez blok arasındaki gerilimler tırmanmaya başladı.

Bu baskılar karşısında AK Parti, yerel seçimler ve ardından cumhurbaşkanlığı seçimlerine pekiştirimci siyâsetlerle girdi. Başarılı da oldu. Bütün mesele, bunun 2015 genel seçimlerinde ne kadar sonuç alıcı olduğuyla a’lâkalı. Buraya geleceğiz. Ama çok daha mühim olan husus, tam da bu olumsuzlukların doruğa çıktığı ve de özellikle Orta-Doğu’daki dramatik gelişmelerin yaşandığı bir dönemde AK Parti’nin “çözüm sürecine”, büyük bir risk alarak soyunmasıydı. Bu heyecan verici adım, daralmayı giderecek bir siyâsal by pass olabilir miydi? …Konu, bu köşenin sınırlarını zorluyor. Devam edeceğiz….
#AK Parti
#çözüm süreci
#HDP
9 yıl önce
Daralma(1)…
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’