|
Hatırlamak ve unutmak
Târihi belli bir bütünlük üzerinden ve ilişkisel düzeyde değerlendirme ka'biliyetimizi kaybetmenin entelektüel mâliyetinin çok ağır olduğunu söyleyebilirim. Bu durumda artık bizatihi olarak târihi değil, onun teolojisini konuşuyoruz demektir. Modern târihsel teolojiler de bu zihinsel fukarâlaşmanın göstergeleridir.

Târihsel teolojiler çok çeşitlidir ve kendi aralarında sonu gelmez tartışmaları içerir. Bunu “tabiatı gereği” bir durum olarak da görebiliriz. (Siz hiç kendi aralarında anlaşan iki teolog gördünüz mü?) Ana akım teolojik bakış, epistemolojik olarak kesin ve mutlak bilginin ne olduğunu açığa çıkarmaya çalışır. Bireysel düzlemde ağır, hattâ çileli metin çalışmalarıyla damıtan yetişmiş bir teologu, kafasını metinlerden kaldırdığı zaman çift katlı bir sıkıntı beklemektedir. İlk sıkıntı, en az kendisi kadar bu çileye soyunmuş bir başka meslektaşının yargıları onu şaşırtabilecektir. Diğer sıkıntı ise “târihte”, ya da daha genel söyleyelim hayâtta tespitlerinin bir karşılığı olmadığını görecektir. Bu durum onu târihsel dünyâya karşı soğutacaktır. Onun gözünde târih; metin-hayât denkliğini sağlayan birkaç “ada”nın dışında bir bozulmalar, sapmalar manzûmesi olarak kalacaktır.

Târih ve teoloji çelişirken, nasıl oldu da târihsel teoloji doğdu? Târihsel teoloji modernliğin ürünüdür. Schmitt ve Vattimo gibi düşünürler, çok inandırıcı bir teorik tutarlılıkta, modernliğin teoloji geleneğini seküleştiren bir kültürel süreçler manzûmesi olduğunu belirtmektedir. Yâni sekülerleşme, geleneksel dünyâda şekillenen teoloji birikimini dünyevî kodlar üzerinden yeniden yorumlamaktır. Târih ise modern bir entelektüel tutku olarak bunun dışında kalmayacaktır. “Târihi doğrusuyla kavramak” iddiası aslında teolojik bir iddiadır. Bunun bilimsel ya da belgeli olması durumu değiştirmiyor. Özellikle organik târihçilik bunun ilk bakışta görülecek temsilcisidir. Ama, kurulan organik târih tezleriyle mücâdeleye girişen alternatif târihçiliklerin kısm-ı âzâmı da “târihsel doğruyu” başka bir organikliğin inşası için kullanıyor. Dolayısıyla mesele büyüyor.

Târihsel teoloji, târihsel kanıtlar üzerinden bir üst katta yürütülen siyâsal teolojik kavgalara malzeme yetiştiriyor. Onun için “bırakın târihçiler halletsin” demek, siyâsal teoloji ile târihsel teoloji arasındaki kopmaz bağları yok saymaktan başka bir şey değildir.

Târihsel teolojiler, “unut(tur)mak” ile “hatırla(t)mak” arasında salınım gösteriyor. Bu da târih bilinçlerinde siyâsetin nabzının ne kadar kuvvetli attığını bir kere daha ortaya koyuyor. Siyâset her zaman kurucu bir postüla işidir. Siyâsal mühendislik bu postülaları inşâ eder. Seçmeci yakınlık ve uzaklıklar üzerinden keskin biçimde bazı olayları “unutturur”; bazılarını da “hatırlatır”. (Bunu bazı şeylerin “altının”, bazı şeylerin ise “üstünün” çizilmesi olarak okuyabiliriz.) Târihsel teolojilerin lojistiği budur. Gerisini, târihsel olguları “yoksayma” ve “yüzleşme” ekseninde aşırılaştırarak siyâsal teolojiler ve mühendislikler halleder.

Diğer taraftan, târihsel teolojilerin teçhizâtı inanılmaz bir zenginliktedir. Unutmak ya da hatırlamak için o kadar çok “belge” vardır ki… Ortaya çıkacak tablo sıfır toplamlıdır. Dolayısıyla târihsel-siyâsal davaların sona erdirilmesini umut etmek içi boş bir beklenti olmaktan ileriye gidemez.

1915'in 100. yıldönümü münasebetiyle alevlenen tartışmaları izlerken düşündüklerim bunlardı. Tartışma tipik bir siyâsal-târihsel teoloji eksenin de devam ediyor. Kilitlendiği nokta ise; yine teolojide hatırı sayılır bir yeri olan; “Soykırım oldu mu?” ,”Olanlar soykırım olarak tanımlanabilir mi?” ,”Tehcir mi, soykırım mı?”gibi sorularla temellendirilen “nominalizm” tartışması. Diğer taraftan, Batı dünyâsı hala “ilk günah” çileciliği konusunda ısrarlı. “Hatırla” ve “yüzleş” çağrıları yine teolojik temelli bir geleneksel pratiğin sekülerleştirilmesinden başka bir şey değil.

Kimse merak etmesin, Türkler asla “soykırımı” kabul etmeyecekler. Dünyâdaki bütün parlamentolarından “soykırımı” tanıyan kararlar çıkartılsa da, ulus olarak Türkler mahkûm edilip yalnızlaştırılsa bile sonuç değişmeyecektir. Çok büyük bir çoğunluk bunu pederşâhî bir şeref meselesi olarak görüyor. Soykırım dayatması Ermeni meselesinin çözümüne değil, derinleşmesine ve kalıcı kılınmasına hizmet edecek. Türklerin atacağı adım zâten atıldı. En yüksek düzeyde, tehcirde ölen Ermeniler için taziyede bulunuldu. Bu da kamuoyunu rahatsız etmedi. Yâni hatırlanacağı kadar hatırlandı. Siyâseten bundan sonrası yok. “Bu kadarı yetmez, iyice burunlar sürtülsün” deniyorsa bu asla, ama asla olmayacaktır.

Teolojik kodlarından arındırılmış bir târihçilik, hiç şüphesiz hatırlamanın aracıdır. Türkler ve Ermeniler yüzlerce sene birlikte yaşadılar. Türklerin Ermenilerden hatırladığı köylerine baskın veren çetelerin katliamları; Ermenilerin Türklerden hatırladığı ise, atalarının yerinden yurdundan edilmesi ve acılar içindeki ölümü. Birbirimizi nasıl boğazladığımız konusunda çok şey hatırlıyoruz da, daha öncesinde nasıl birlikte yaşadığımızı hatırlayan var mı? Hatırlamak ve unutmak aslında ne kadar diyalektik bir bağ içinde.! Aslında her hatırlama biraz da bir şeylerin unutulması; her unutuş ise bir şeylerin hatırlanması değil midir? Türkler ve Ermenilerin bundan sonra ortak bir geleceği varsa, bu; siyâsal müdahalelerden arındırılmış bir normalleşme sürecinde; neyi unutup neyi hatırlayacaklarına birlikte karar verebilecekleri bir pratik içinde şekillenecektir.
#sözde Ermeni soykırımı
#1915 olayları
#Türkiye
#Ermenistan
9 yıl önce
default-profile-img
Hatırlamak ve unutmak
Operasyon son fırsat, vazgeçersek yanarız!
‘Beşikten mezara kadar ilim’
Sarhoştum, hatırlamıyorum
Suçlu kim?
Vergi artışı yerine yapılacaklar