|
Siyâsal akıl ve toplum

Târihsel olarak bakıldığında siyâsal akıl yüzyıllar boyu sadece idâre etme sanatıyla birlikte anıldı. Kadim siyâset yapma tarzı keskin bir “idâre eden- idâre edilen” ayırımına dayanıyordu. Bu ilişkinin temelde eşitsizlik içerdiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Taraflardan birisi – idâre eden- diğerinden işin tabiatı gereği yukarıdaydı. Daha mühim olan ise, ilişkideki etken- edilgen ayırımıydı. Buna göre , idâre eden aktif; idâre edilen ise pasif bir konumdaydı.

Bu tablo, biz modernler için sadece kabûl edilemez değil; aynı zamanda hayli anlaşılmazdır. Kadim dünyâdaki ilişkileri, işin biraz da kolayına kaçarak kendimize göre anlıyoruz. Halbuki, bu ilişkiler “yukarıdakiler”in dayatmasına göre şekillenmiyordu. İlişkilerin, baskı ve rızanın bileşiminden oluşan hegemonik bir niteliği vardı. Yâni kültürel olarak taraflar arasında bir oydaşmanın işlediğini söyleyebiliriz. Demek ki, idâre sanatındaki eşitsiz ilişkiler, idâre edilenler tarafından da kabûl görüyordu. Kadim târihlerde karizmatik liderle anılan ve destânî bir üslûpla anlatılan “aşağıdakilerin isyanları” aslında bu ilişkinin ilkesel olarak dönüşmesi ya da değişmesini öngören, talep eden hareketler değildi. Tam tersine, ilişkilerin “kabûl edilebilir ölçülerde” kurulması gibi çok mütevazı; bana kalırsa pısırık bir dünyâsı vardı bütün bu mutandan hareketlerin. Meselâ Bolu Beyine karşı başkaldıran Köroğlu’nun ne istediğini, ya da isteyebileceğini düşündük mü acaba? Modern dünyânın devrimcileri; Köroğlu’yu, tıpkı Pir Sultan ya da Spartaküs gibi o devrim devrimcisi olarak selâmlamayı çok severler. Bir zamanlar, tıpkı sosyalist Politzer’in, işçiler için yazmış olduğu “Felsefenin İlkeleri” başlıklı kitabı kadar popüler olan bir başka kitap daha vardı: Max Beer’in, “Sosyalizm ve Sosyal Mücâdelelerin Târihi”. Bu kitap, kadim dünyâdaki başkaldırıları inceliyor ve sosyalist(eşitlikçi) bir dünyânın kurulması düşüncesini târihsel bir iddianın uzantısı olarak açıklıyordu. Halbuki, târihçi Hobsbawn, Türkçe'ye “Sosyal İsyancılar” olarak çevrilen çalışmasında, özellikle bu gelenekleri devralmış olan Lâtin Amerika’daki başkaldırıları mercek altına alarak, modern dünyânın periferisinde kalmış hareketleri böyle okuyamayacağımızı çok berrak bir biçimde kavratmıştır.

Kadim dünyâda idâre etme sanatının kabûl edilebilir sınırlarını “âdil idâreci” ideal tipi çizer. Yâni ne Köroğlu, ne de Dadaloğlu eşitsizliği sorgular. Onlar, “zâlim” buldukları idârecilere karşı ,”âdil idârecileri” isterler. Yâni eşitsizlik, adâlet temelinde olsun; yâni zulûmsüz, zâlimsiz olsun isterler. Robin Hood zâlim idâreciye karşı âdeta yedekte bekletilen âdil kral adayının gönüllü tetikçisi gibi çalışır. Hatırda tutulmalıdır ki “eşitlik” adâlet”; “adâlet” de “eşitlik” değildir. Kadim dünyâda “adâlet” sadece “eşitsizliğin kabûl edilebilir” olmasını sağlayan bir ilkedir.

Modern dünyânın geleneksel olandan en büyük farkı “eşitliği” öncelikli kılma kapasitesidir. Bunu çok kabaca “eşitsiz olan asla âdil olamaz” diye formüle edebiliriz. Hiç şüphesiz, bu ilkenin hayâtta sağlamasını yapmak kolay değildir. Çünkü “adâlet” ile “eşitlik” arasındaki ilişkilerin geçimli olduğu söylenemez. Modern dünyânın eş anlı olarak hem giderilemez paradoksu; hem de ezeli ev ödevi bu gerilimli ilişkinin dengelenmesidir.

Eşitlik ister istemez, siyâsal idârecilerin târihsel imtiyazlarını söndürmüş; kaba bir ifâde olacak ama söyleyelim, burunlarını sürtmüştür. Bu, siyâsal aklın yeniden şekillendirilmesini de zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluk, siyâsal elitlerin her zaman, her yerde aynı derecede doğallaştırdığı ya da sindirebildiği bir durum değildir. Bu sindirimsizlik sâdece aristokrasinin özelliği değildir. Burjuva dünyâ da buna bir noktadan sonra katılıyor. Tıpkı kendilerini aşağıda gören aristokrasinin yaptığını, orta sınıfların altında gördükleri sınıflar için yapıyor.

Farklı ideolojik tercihler çerçevesinde bu sindirimsizliği izleyebiliyoruz. Meselâ paternalist sağ düşünce bunu katı bir devletçilik altında ortaya koyuyor. Devlet öncelemesi aslında dolaylı olarak geleneksel siyâsal ayrıcalıkların devamında ısrarlı olmak demektir. Benzer bir durum şaşırtıcı olarak liberal düşüncenin hatırı sayılır bir kesiminde, özellikle kurucu babalarda izlenebiliyor. Bireysel farklılıkların harâretli savunusu, aslında örtük olarak topluluklardan duyulan örtük bir hoşnutsuzluğu vurguluyor. Geçenlerde Etyen Mahçupyan’dan duyduğum ve çok beğendiğim bir cümleyi ödünç alarak ifâde edecek olursam, “o kadar liberalleşebiliyoruz ki, artık demokrat olmamız imkânsız hâle gelebiliyor”.

Türkiye’de, özellikle muhalefetteki siyâsal elitler, siyâsetin gerçekliğini, kaçınılmaz olarak eşitsizlik temelinde çalışan kendi zihinsel inşalarının bir fonksiyonu olarak görmekte ısrarlı bir profil veriyorlar. Bu da onları toplumsaldaki şaşırtıcı dönüşümlere ve değişimlere karşı kör ve sağır kılıyor. Türkiye’deki muhalefet krizine biraz da buralardan bakılabilir gâliba...

#Köroğlu
#Pir Sultan
#Spartaküs
9 yıl önce
Siyâsal akıl ve toplum
Seçimler sonrasında mahalli idareler personeli diken üstünde
Kara dinlilerle milletin savaşı
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar