Bugünün siyasetini veya toplumsal gerilimlerini sınıf temelli analizlerle yorumlayıp açıklamamız mümkün müdür? Doğrusu böyle bir soru için bile bir hayli gecikmiş durumdayız.
Dünya Karl Marx’ın bütün tarihsel çatışmaları sınıf eksenli bir dinamiğe indirgediği 19. yüzyılın şartlarından çok farklı bir yere gelmiş bulunuyor. Buna rağmen Türkiye’de sol çevrelerin sınıf nostaljileri hala zaman zaman depreşir. Garip bir biçimde kendi kavgalarının sınıfsal bir kavga olduğunu zannederler de kime karşı ve kiminle hangi safta durduklarına dönüp bakmayı akıl etmezler bile.
Bütün bu yeni antagonizmaların varlığının itirafı, yine de bütün siyasal alanı sağ-sol eksenli bir çatışma alanından ibaret görmekten kurtaramadı. Siyasal yelpazeyi veya bütün siyasal tavır ve tutumları sağ-sol ekseninin içine yerleştirmeye çalışmanın yeterli olduğu iddiasından geri durulmuş değil. Sol siyaset tıkandıkça bir “yeni sol” rüzgarı daha estirilir de yenisinin eskisinden hiç bir farkı olmaz. Yenisiyle eskisiyle solun tek aradığı şey iktidar olmaktır ama, bir türlü iktidar olamadığı için, bu halini bir meziyetmiş gibi göstermeye ve dönüp “hep muhalif olma“ haline bir kutsiyet atfetmeye yönelir.
“İktidar olmadığı için muhalefet haline atfedilen kutsiyet” aslında Hıristiyan rahiplerinin, siyasal teolojisinin dolambaçlı iktidar teorisine bir yerden akraba çıkıyor. Bunu da en iyi yorumlayan ve adını koyanlardan biri de kabul edelim ki F. Nietzsche’dir. Onun Anthi-Christ (Deccal) kitabını biraz da anti-proleterya diye okuyabilirsiniz. Solun iktidar nefretine dönüşen iktidar eleştirilerinin üstü biraz kazındığında altından yoğun bir iktidar hasretinden ve talebinden başka bir şey çıkmaz. Esasen bundan daha doğal bir talep olamaz. Sorun bunun bu kadar ikiyüzlü bir biçimde bastırılmış olmasıdır, tıpkı Hıristiyan çileci söyleminin gizlediği iktidar arzusu gibi.