|
“Ana, ‘Nana’yı yemişiz galiba...”
Bir yanda, Filistin'de masum insanlar, onyıllardır İsrail'in füze saldırılarıyla katlediliyorlar; Afrika'da insanlar, açlıktan ölüyorlar; öte yandaysa, Amerika'daki, Avrupa'daki ve hepsi birer “küçük Amerika” olma hayaliyle yanıp tutuşan diğer ülkelerdeki egemen ve azgın mutlu azınlıklar, tıka basa midelerini dolduruyorlar; keyiflerine göre tepe tepe tepiniyorlar her yerde; kafalarına göre takılarak dünyaya nizamât vermeye çalışıyorlar oval ofislerde, beyaz saraylarda, avam kamaralarında, knessetlerde, kapalı kapılar ardında, satranç tahtalarına dönüşen masa başlarında ve sâir yerlerde.

KURMACA, MEDYATİK HAYATLAR...

Biz, bunları, sadece medyadan biliyor veya öğreniyoruz.

“Ne var bunda?” demeyeceğinizi umarım. Çünkü biz, hayatımızı, kendi hayatlarımızı yaşamıyoruz; medyaya yansıyan, medyada/n dramatize ve estetize edilerek yansıtılan kurmaca hayatları yaşıyoruz.

Medya, hayatı ne kadar evlerimizin içine kadar getiriyorsa, o kadar bizi gerçek hayattan, hayatın gerçek sorunlarından uzaklaştırıyor ve duyarsızlaştırıyor aslında.

Dahası da var: Medya, bizi insanlığın çektiği acılardan, sıkıntılardan, karşı karşıya kaldığı felaketlerden haberdâr ederek bize dünyayı “dâr” ettiği için haz duyuyoruz. Verilmeyen veya çarpıtılarak verilen bir felâket veya katliam haberinin, başka bir kanalda verildiğini gördüğümüz zaman “hah şöyle, şu haberi adam gibi veren bir kanal bulduk sonunda!” diyoruz: Katharsize ulaşıyor (tatmin oluyor) ve rahatlıyoruz! Ve Baudrillard'ın diyebileceği gibi artık evlerimizde “mezarlıklarımız” işlevi gören koltuklarımıza daha rahat gömülüyoruz!

Oysa yapmamız gereken şey, izlemek, dikizlemek ve sonra da “geri çekilmek” mi?

Peki bu, meydanı boş bırakmak, meydanı gladyatörlere dönüşen medyatörlere terketmek ve dolayısıyla “nana'yı yemek” değil de ne?

Çünkü yaşadığımız ve ilaveten medyanın kurmaca yoluyla icat ederek, cilalayarak bize takdim ve takdir ettiği ve yaşattığı hayat, vahim, ürkütücü ve komediye dönüşen trajedilerin gırla gittiği taşlaşmış, ruhsuzlaşmış sanal ve banal bir hayat. Orada, açlık gibi, ölüm gibi, kitlesel katliam gibi büyük insanlık trajedileri yaşanıyor; ama biz burada seyretmekten, dik/izlemekten başka bir şey yapamadığımız için iş komediye dönüşüyor.

İşte o zaman, “ana, nana'yı yemişiz galiba baksana” demekten kendimizi alamıyoruz.

KAOS'TAN ÇIKIŞ YOLU: MEDENİYET VE SANAT

Peki, bütün bunlar ne anlam ifade ediyor? Bu sorunun cevabını araştırırken şu gerçeği göz önünde bulundurmak zorundayız: Bugün, Batılılar, kendi kültürlerini, anlam haritalarını, anlamlandırma pratiklerini, zevklerini, beğenilerini, zihin ve davranış kalıplarını, hayat tarzlarını yine kendi kontrollerindeki mal, sembol ve anlam trafiği vasıtasıyla bütün bir küre ölçeğine yaymış durumdalar.

İmdi, asıl meseleye geliyorum: Sanat olguları üzerinden medeniyetler tarihini okuyan, tahlil eden tarih felsefecilerinden Paul Ligeti, Der Weg aus dem Chaos (Kaostan Çıkış Yolu) başlıklı önemli kitabında, kültürlerin ve medeniyetlerin sanatsal evrelerini üç aşamaya ayırarak inceler:

Birinci aşamaya, mimarî; ikincisine plastik sanatlar; üçüncüsüne ise genelde pitoresk (görsel sanatlar), özelde resim sanatı damgasını vurur.

Mimarî aşamada, kültür çiçeklenir. Plastik sanatlar aşaması “orta durum”dur; mimarî ile görsel sanatların sentezini yapan kültür, bu aşamada olgunlaşır. Resim sanatı aşamasında ise kültür, çöküş sürecine girer.

Ligeti'nin sanatlar üzerinden geliştirdiği nefes kesici tarih felsefesi özetle şöyle:

Mimarî; iradenin, azmin ve gayret isteklerinin bir ifadesidir; kandırıcı bir yanı yoktur. Mimarî, Oluş'tan farklı olarak bir Sein'dir, yani bir varlık ve varoluştur.

Resim ise, tersine, Schein'dir; yani Görüntü'dür, Aldatma'dır, Kandırma'dır, salt Görünüş'tür.

Mimarî; düzen, sistem, gayret, yasa ve disiplindir; Ruhsal Geist'ın uyanışı vardır. Resim ise; fantezili, bireyci, hazcı, izlenimci, düzensiz, anarşik ve “özgür”dür, dolayısıyla anlık izlenimler ve gölgelerin peşinde koşturur; Ruhsal Geist'ın çöküşü vardır.

ANA'DAN NANA'YA... RUHSUZLAŞMA VE ÇÖKÜŞ

Spengler, kültürün çöküşünü, “doğurgan”, “üretken” Ana'nın; “kısır”, “çocuk yapmayan” Nana'ya dönüşü ile açıklar. Nana, absürd tiyatronun “baba”larından İbsen'in çocuksuz, kısır kahramanı'nın adıdır.

Spengler, “Ana”nın “Nana”ya dönüşmesiyle, seküler Batı kütürünün taşlaştığını, ruhsuzlaştığını, çöküş aşamasına geldiğini söyler ve adeta “nana'yı yediğimizden hiç kuşkunuz olmasın” demek ister.

Evet, artık üretken, doğurgan, ufuk ve çığır açıcı “ana” metaforları yok; “adam”a dokuz doğurtan, taşlaşmış, ruhsuzlaşmış, -eril veya dişil- Nana'lar var!

twitter.com/yenisafakwriter
#Kaostan Çıkış Yolu
#yusuf kaplan
#köşe yazısı
9 yıl önce
“Ana, ‘Nana’yı yemişiz galiba...”
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!
Enerjide bağımsız olmak
Târihin doğru yerinde durmak