|

Avrupa Birliği’ne sırt çevirmeli miyiz?

Madem Türkiye, IMF kıskacından kurtulmuş, sosyal ve ekonomik reformları büyük ölçüde başarmış bir ülke olarak dünyada yerini sağlamlaştırmış ve birçok açıdan AB üyesi ülkelerden daha iyi konuma gelmiş durumda, o zaman Avrupa’nın Türkiye’deki son yıllardaki ekonomik ve siyası başarıları gözardı etmemesi gerekiyor. Yani Türkiye artık bir güçtür ve alternatiflere sahiptir. Alternatif seçenekleri olanların pazarlık güçleri de olur.

Yeni Şafak
04:00 - 2/01/2015 Cuma
Güncelleme: 20:38 - 1/01/2015 Perşembe
Diğer
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
PROF. DR. SELAHATTİN BEKMEZ - GAZİANTEP ÜNİ.  İKTİSAT BÖLÜMÜ Ö. ÜYESİ

Avrupa Birliği (AB) tarihine bakıldığında, üye ülkelerin ortalama olarak yedi yıldan biraz fazla bir üyelik süreci yaşadıklarını görüyoruz. Nitekim Türkiye ile aynı gün üyelik müzakerelerine başlamış olan Hırvatistan da sekiz yıllık bir müzakereden sonra, geleneği bozmayarak 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’ye 28. üye olarak katılmış oldu. 


Türkiye’nin AB serüvenine başladığı 1959 yılından bugüne tam 55 yıl geçtiğini görüyoruz. 1963 yılında, sadece altı üyesi olan AET ile yapılan Ankara Anlaşması baz alınsa bile, Türkiye AB ilişkileri 51 yıllık bir süreci kapsıyor. Dile kolay, tam yarım asırdan bu yana Türkiye AB’nin kapısında bekletiliyor. AB’nin tarihinde bu kadar uzun süre beklemeye alınmış başka bir ülke bulunmuyor. 

İster ekonomik, isterse siyasi olarak değerlendirilsin, halihazırda AB’ye üye olmuş bazı ülkelerin ekonomik ve sosyal göstergelerinin, Türkiye’nin göstergelerinden daha iç açıcı durumda olduğu söylenemez. 

Buna ek olarak, Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 40’tan fazlasını AB’ye yaptığı; Türkiye’ye gelen toplam yabancı sermayenin ise yüzde 75’ten fazlası Avrupa’dan geldiği dikkate alınırsa, Cumhurbaşkanı’nın AB’ye olan son zamanlardaki sitemkâr çıkışlarını haklı görmemek mümkün değil. Zira bu bağımlılığa rağmen hala, AB içerisinde kronikleşmiş Türkiye karşıtlığı bulunan güçlü bir direnişin varlığı açıkça hissediliyor. 

BENZER SENARYOLAR SAHNELENİYOR

Bu direniş hissediliyor hissedilmesine de, biraz empati yapıp olaya AB penceresinden baktığımızda, madalyonun diğer yüzünde de bazı pürüzlerin varlığı dikkat çekiyor. Yani sürecin aslında tek taraflı olarak da çok güllük-gülistanlık olmadığını görebiliyoruz. 

1971 ve 1980 yıllarında inkıtaa uğrayan AB sürecinin, Özal sonrası tekrar canlanmış olduğunu, 1996-1997 yıllarında yaşanan olumsuzluklar dolayısıyla, bir kez daha sekteye uğratıldığını da biliyoruz. Özal sonrası süreç dikkate alınırsa otuz yıllık üyelik başvurusunun yapıldığı 1987 yılı dikkate alınırsa yirmi yedi yıllık; Refah-Yol hükümetine balans ayarının yapıldığı süreç dikkate alınırsa sadece 15-16 yıllık kesintisiz bir periyoddan ancak bahsedebiliyoruz. Biraz daha güncel olan 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimindeki kriz ve Cumhuriyet mitingleri dikkate alındığında, sadece sekiz-dokuz yıllık kesintisiz bir süreçten bahsedilmesi gerektiğini de müşahede ediyoruz. 

Şimdilerde ise, malum olaylar nedeniyle benzer senaryolar yazılıp, Türkiye’nin imajına darbeler indiriliyor. Düşünün ki, bir yokuşa tırmanıyorsunuz ve zirveye ulaşmak üzeresiniz. Yarıya kadar gelip, gücünü kaybedip aşağı yuvarlanmak, teknik olarak hiç tırmanmamakla eşdeğerdir. Türkiye’nin durumu aynen buna benziyor. Veya birileri tarafından Türkiye mütemadiyen bu duruma sokulmak isteniyor.

Türkiye tarihini bu çelişkilerle dolduranlar, Türkiye’yi askeri vesayet altında bırakanlar ve toplumsal mühendislik görevini üstlenmiş olanlar görevlerini yaptılar ve köşelerine çekildiler. Tarihinde bu kadar vesayetin yaşandığı bir ülkeye, AB’nin mesafeli yaklaşıp, “Acaba Türkiye gerçekten de normalleşti mi?” sorusunu sorması kabul edilebilir bir mazeret belki de. Ancak AB şunu da görmek zorunda: Nasıl bireyler gençlik yıllarındaki hataları hatırlamak istemez, olgunluk dönemlerindeki güzel işlerle anılmak isterlerse, Türkiye de artık geçmişteki vesayetçi zihniyetlerle anılmaktan bıkmış durumda. Türkiye’de bu tarz çığırtkanlıklar halk tarafından benimsenmiyor artık. Yani, Türkiye gerçekten değişti.

RUSYA ALTERNATİF OLABİLİR Mİ?

Dünya siyasi konjonktüründeki gücü açısından oldukça etkili bir ülke Rusya. Ne var ki tarihsel süreç iyi irdelendiğinde, demokrasi ve insan hakları konusunda notunun pek de yüksek olmadığını görmekteyiz. Aslında çok gerilere gitmeye bile gerek yok. Binlerce insanın katili konumundaki Suriye lideri Esad’a vermiş olduğu destek ve Ukrayna olayları bile Rusya’nın insan hakları ve demokrasi karnesindeki notunun kırık gelmesine neden olabilecek nitelikteki meselelerdir. Her iki konuda da hem dünya kamuoyu, hem de Türkiye ile ters düşmüş bir ülke sıfatına sahip zira. 

Benzer bir şekilde, ekonomik açıdan da Rusya, dünyanın hatırı sayılır ülkeleri arasında gelmektedir. İki ülke arasında toplamda 35 milyar doları bulan ticaret hacmine bakıldığında, ticari partner olarak Türkiye için de önemli bir ülkedir. Lakin, gerek AB yaptırımları dolayısıyla, gerekse kendi iç problemleri nedeniyle ekonomisi ciddi olarak sıkıntılar içerisindedir. Rus oligarklar, kendi ülkelerine yatırım yapmak yerine, daha demokratik gördükleri batılı ülkelere yatırım yapmayı yeğlemektedirler. Bu durum da, Rusya’nın Türkiye için sırtını dayanacağı güçlü bir seçenek olma özelliğini ortadan kaldırmaktadır.

Ortadoğu’daki refah düzeyleri yüksek ülkeler de Türkiye için bir alternatif olma konusunda eksik kalıyorlar. Türkiye hem siyasi hem de ekonomik olarak tüm dünya ile bağlarını elbette kuvvetlendirmelidir. Hiçbir zaman alternatiflerini teke indirgeyerek, kendini zor durumda bırakmamalıdır. Bir ayağı Asya’da iken diğer ayağı Avrupa’da, bir kolu Ortadoğu’da iken, diğer kolu Amerika’da olmalıdır. Konuya bu bağlamda bakılınca, tüm olumsuz gelişmelere rağmen AB ile olan ilişkilerin iyi tutulması önem arz etmektedir. 

AB ADIM ATMALI

Kendi içerisinde tutarlı bir argüman gibi görünse de, katılınması mümkün olmayan söylemler geliştirenlerin başında ABD’li ünlü ekonomist Prof. Dr. Richard Wolff geliyor. Wolff, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda oldukça karamsar tablolar çiziyor. Avrupa Birliği’nin ekonomik olarak en kötü zamanını yaşıyor olduğunu, dolayısıyla böylesi bir ortamda, Türkiye’nin üyelik ısrarının aslında “kendi ayağına sıkmak” olduğunu vurguluyor. Hatta dünyanın ve özellikle de Avrupa’nın büyük bir ekonomik kriz yaşadığını vurgulayarak, birçok AB ülkesine göre daha güçlü olan Türkiye ekonomisinin AB’ye entegre olmasının, Türkiye için olumsuz sonuçlar doğuracağı için Türkiye’nin AB üyeliğini tekrar gözden geçirmesi gerektiği konusunda ısrarcı telkinlerde de bulunuyor. Halbuki ampirik araştırmalar, Prof. Wolff’un aksine, AB’ye üye olan ülkelerin hemen hepsinde ekonomik ve sosyal olarak gelişmelerin yaşandığını ispatlıyor.

Madem Türkiye, IMF kıskacından kurtulmuş, sosyal ve ekonomik reformları büyük ölçüde başarmış bir ülke olarak dünyada yerini sağlamlaştırmış ve birçok açıdan AB üyesi ülkelerden daha iyi konuma gelmiş durumda, o zaman Avrupa’nın Türkiye’deki son yıllardaki ekonomik ve siyası başarıları gözardı etmemesi gerekiyor. Yani Türkiye artık bir güçtür ve alternatiflere sahiptir. Alternatif seçenekleri olanların pazarlık güçleri de olur. 

Avrupa, kendi ekonomik sıkıntılarıyla uğraşmaktan, Türkiye’ye yeterince zaman ayıramıyor ve bu durumu göremiyor sanırım.
#Avrupa Birliği
#AET
#Türkiye
9 yıl önce