|

Kürt – Türk ittifakına açılan yeni tarih kapısı

Tarihin akışına uygun konum belirleme sürecinde olan Türkiye''nin bölgesel karşılığı da yirminci yüzyılın bir diğer mağduru olan Kürtlerdir. Türkiye bunun farkında. Tarih, bugünlerde Kürtleri Türkiye''nin gözüne sokarak akışını sürdürüyor. Dünya sistemi yeni bir yapılanmaya giderken Kürtleri ister istemez oyuna dahil ediyor.

Vahdettin İnce
00:00 - 28/09/2014 Pazar
Güncelleme: 21:32 - 27/09/2014 Cumartesi
Yeni Şafak
Kürt – Türk ittifakına açılan yeni tarih kapısı
Kürt – Türk ittifakına açılan yeni tarih kapısı

Bendeniz de bölgemizde gerçek anlamda üç devletin (diğerleri kusura bakmasın) var olduğuna inananlardanım: Türkiye, İran ve Mısır. Ve ben bu üç devletin aslında farklılıklarıyla birbirlerini bütünlediklerini ve yine bu farklılıklarını koruyarak bölgenin geleceği üzerinde yapıcı etki göstereceklerini düşünüyorum. Farklılıklardan düşmanlık, en azından husumet devşirmek isteyenler gibi bakmıyorum anlayacağınız. Mısır, bugün için rolünü oynamaktan çok uzaktır. Arap-İsrail savaşlarında aldığı yenilginin şokunu henüz atlatabilmiş değil ne yazık ki. Son ''Arap Baharı'' fırsatını bile değerlendirecek mecalinin olmadığını gösterdi. Tamam, gelecek vaat ediyor, ama bugünden yarına değil. Dolayısıyla büyük değişimlere gebe bölgemizde tarihin akışına uygun tavır belirleyebilecek müktesebata sahip diğer ikisinin, Türkiye ve İran''ın aldıkları ve almaları muhtemel tavırları konuşmak daha önceliklidir.

1979''da İran''da İslam devrimi oldu. Bundan bir sene sonra da Türkiye''de 12 Eylül darbesi gerçekleşti. Devrim, yüzyıllardı İslam aleminden izole edilen, kabuğuna çekilen İran için bir açılım mesabesinde iken, 12 Eylül darbesi, 1923''ten beri içine kapanan Türkiye''nin bu durumunun biraz daha pekiştirilmesi anlamına geliyordu. İran, devrim yapmakla tarih senaryosunda rol kapmışken, daha doğrusu kendi senaryosunda başrol oynarken, Türkiye darbe yapmakla ''İran tehdidine'' maruz kalan dünya sisteminden ikincil bir rol bekleme sürecine girmişti. Zaman içinde bölgede meydana gelen gelişmeler bir şeyi gösterdi: İran, devrimi sayesinde doğal hinterlandı üzerinde azami etkinliği sağlayıp her gelişmede kazançlı çıkıyor, buna karşılık, dünya sisteminden rol bekleme adına sürdürdüğü bu kapalı rejimiyle Türkiye, doğal hinterlandı üzerinde etkinlik göstermek şöyle dursun, kıpır kıpır kaynayan içini kontrol etmekte dahi zorlanıyor.

Afganistan müdahalesi ve İran

Devletler biraz da gelişmeleri okuyup geleceği öngörmek, ona göre doğru konum belirlemekle devlet sıfatını hak ederler. Bu özellik tabi her devlete nasip olmaz. Bunun için tarih lazım, tecrübe lazım, güç lazım, gücü kullanacak devlet aklı lazım. Biraz gecikmeli de olsa nihayet Türkiye''de bu akıl devreye girdi ve son on iki senede yaşadığımız açılım gerçekleşti. Yani Türkiye uluslararası sistemin kendisine eski sistem içinde bir rol vermesini beklemek yerine kendi rolünü kendi oluşturmayı seçti. Artık Türkiye de en az İran kadar önünde akıp giden tarih nehrinden istifade edecek konuma gelmiştir.

Her iki ülkenin bir veri olarak yararlanacakları zemin de hazırdır üstelik. Çünkü bu iki devleti doğrudan ilgilendiren iki önemli kitle, yirminci yüzyıl sisteminin mağdurlarıydı: Şiiler ve Kürtler. Bu ülkelerin muhataplarının bu kitleler olması, bölgenin geri kalan kesimleri açısından da siyasi, coğrafi, kültürel ve hatta ahlaki bir risk de taşımıyor üstelik. Çünkü mazlumiyetin ne olduğunu çok acı tecrübelerle öğrenmiş kitleler kolay kolay başkalarına zulmetmeyi akıllarından geçirmezler. Hatta adaletin garantisi olurlar. Nitekim İran devrimi, gerçekleşir gerçekleşmez bütün İslam aleminde, özellikle yirminci yüzyıl sisteminin başlıca mağduru Şiiler arasında muazzam bir makes buldu. Bölgenin geleceği açısından İran tarihin akışına oturmuştu artık. O kadar ki İran hiçbir şey yapmasa da bölgede meydana gelen her gelişmeden kazançlı çıkıyor. Aleyhine kurulan kumpaslardan bile. Alın size Afganistan müdahalesi, Irak işgali, Suriye hadiseleri ve Yemen çalkantısı. Tarihin akışına uygun bir konum belirledin mi aleyhine gelişen olaylardan da kazançlı çıkarsın. Denebilir ki, sanılanın aksine İran devrimini ihraç etmiyor, hatta ihraç etmek için çaba göstermiyor, aksine bölge, kendisiyle barışık İran''ı içine çekiyor. Tıpkı AK Parti iktidarında somutlaşan sessiz devrim sürecini yaşayan ve kendisiyle barışan Türkiye''ye ''artık gel!'' dediği gibi.

Türkiye tedirgin mi?

Tarihin akışına uygun konum belirleme sürecinde olan Türkiye''nin bölgesel karşılığı da yirminci yüzyılın bir diğer mağduru olan Kürtlerdir. Türkiye bunun farkında. Tarih, bugünlerde Kürtleri Türkiye''nin gözüne sokarak akışını sürdürüyor. Dünya sistemi yeni bir yapılanmaya giderken Kürtleri ister istemez oyuna dahil ediyor. Ve fakat Türkiye aynı zamanda tedirgin. Biraz da şaşkın. Ortadoğu''da hangi taşı kaldırsan altından Kürt çıkıyor şaşkınlığı içindedir adeta. Yeni Türkiye''nin öncüleri bazen öyle tavırlar takınıyorlar ki bu gelişmeler karşısında, eski Türkiye''nin sürdürücüleri bile bu denli yanlışlıklar sergilemezlerdi diyesi geliyor insanın. Alın size sınırları zorlayan Rojava Kürtleri karşısında sergilenen ikircikli tavır. Ya da IŞİD tehdidi karşısında yardım isteyen Irak Kürdistan''ına yardım etmemek.

Normal şartlarda Irak Kürtlerinden hiçbir koşulda Türkiye kadar beklentisi olmayan İran, IŞİD tehdidi baş gösterir göstermez Irak Kürdistan''ına ilk yardıma koşan ülke oldu. İsmet İnönü Lozan''da Musul ve Kerkük''ü Türkiye sınırlarına dahil etmek için ''Türkiye Hükümeti Türklerin ve Kürtlerin hükümetidir'' argümanını kullanabilmişti halbuki. Bugün ise sınırların ötesinde kalmış Kürtler, Türkiye''nin çok arzuladığı bir şeyi gerçekleştiriyorlar: sınırları anlamsızlaştırıyorlar. Ve fakat Türkiye bu fırsat karşısında eski Türkiye''nin bile gerisine düşecekmiş gibi duruyor. Bu durum karşısında insan düşünmeden edemiyor: Türkiye yirminci yüzyılda oynadığı role o kadar kaptırdı ki kendisini yeni role bir türlü adapte olamıyor. Bazı aktörlerin üzerine oynadıkları bir rol yapışıp kalır ya, işte öyle bir şey. Türkiye, Kürtlerin kapısını çalıp çalmamakta tereddüt gösteren eski bir yakının mahcubiyetini de yaşıyor denebilir. Bölgeye girmek için çalacağı başka da bir kapı olmadığını bildiği halde.

Soru şu: Türkiye tarihsel rolüne uygun sahneye girmek hususunda daha ne kadar tereddüt gösterecek? Böyle ikircikli davranırsa bir gün gerektiğinde o sahneyi yerinde bulabilecek mi?

10 yıl önce