|

Medeniyetin dilsel referanslarına ulaşma ve liselerde Osmanlı Türkçesi dersi

Kuşaklar kendi medeniyetlerine eklenemediği ve dolayısıyla ona bir şey ekleyemediği zaman, o medeniyetin akışı geçici olarak durur, medeniyet süreci kilitlenir, buna bir medeniyetin kriz hâli, durağan hâli, içe çekilme hâli de diyebiliriz. İşte Türkiye’nin, daha genel anlamda İslâm dünyasının Tanzimat’tan bu yana yaşadığı durum tam da budur.

Yeni Şafak
04:00 - 6/12/2014 Cumartesi
Güncelleme: 22:47 - 5/12/2014 Cuma
Diğer
PROF. DR. ALÂATTİN KARACA - MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNV.

Medeniyet, geçmiş-hâl ve gelecek süreci içinde kesintisiz bir akış hâlinde değişerek, yeniden yeniden tazelenerek oluşan bir insanlık birikimi…  Kuşkusuz bir medeniyetin şekillenmesinde; gündelik yaşam ritüellerinde, hukukî yaptırımlarda, üretim ve tüketim biçimlerinde, sanatsal zevk ve üslûbun oluşumunda, şehir ve mekân mimarisinde vb. etken olan asıl güç, dindir. O hâlde, bir topluluğun düşünme ve yönetme biçimlerinde, gündelik hayat ritüellerinde, ahlâk ve hukuk anlayışında; özetle yaşamın somut ve soyut alanlarının tümünde dinsel inanışlar, bir dinin emir ve nehiyleri asıl belirleyicilerdendir. Dolayısıyla medeniyetin ana referansları, dinsel kaynaklardır… Bu dinsel referanslar, zamanın akışı ve ruhuna; hatta koşullarına, yeni ihtiyaçlara bağlı olarak, yorumlanmak suretiyle, -değişik formlar hâlinde, örneğin müzik, şiir, mimarî, hukuk vb.- yeniden yeniden tazelenerek, -ama özden kopmaksızın- gelecek kuşaklara doğal bir akış içinde aktarılır. Her yeni kuşak, akış sürecinde bu öze eklemlenir, ama aynı zamanda, bu öze uygun yeni formlar, -yeni beste, yeni şiir, yeni hukuk yasaları- ekler, ekler ki medeniyetin akışı gelişerek, güçlenerek sürsün… Kuşaklar kendi medeniyetlerine eklenemediği ve dolayısıyla ona bir şey ekleyemediği zaman, o medeniyetin akışı geçici olarak durur, medeniyet süreci kilitlenir, buna bir medeniyetin kriz hâli, durağan hâli, içe çekilme hâli de diyebiliriz. İşte Türkiye’nin, daha genel anlamda İslâm dünyasının Tanzimat’tan bu yana yaşadığı durum tam da budur: Kriz hâli, kilitlenme hâli, durağan hâl… Başta da söylediğimiz gibi, bunun nedeni, içinde bulunduğu medeniyete eklemlenememek ve zamanın ruhuna, ihtiyaçlarına uygun olarak bu medeniyete bir şeyler ekleyememek… Elbette bunun pek çok nedeni var. Türkiye özelinde duruma bakarsak, ülkemiz Tanzimat’tan itibaren, içinde olduğu, neşv ü nemâ bulduğu medeniyetin referanslarını yitirmiş, daha doğrusu bu referanslarla bağları kopmuştur. Kuşkusuz Türk modernleşmesinin dine, geleneğe ve Osmanlıya bakışındaki olumsuzluk, referanslardan kopuşta, referansların yitirilmesinde ana etkenlerden biridir. Eğitimde, hukukta, tarihte, sanatta meydana gelen bu referans yitimi, kuşakların medeniyete eklemlenememesini, doğal olarak da ona bir şey ekleyememesini, sonuçta da kültürel, bilimsel bir devinimsizliği beraberinde getirmiştir. Çünkü medeniyetinin ana referanslarına eklemlenemeyen ve ona bir şey ekleyemeyen kuşak, bu akışı farklı bir medeniyete ait, üstelik kendi üretmediği referansları taklit veya tercüme ederek sürdürmeyi, ancak böyle yoluna devam edebileceğini, yani ilerleyebileceğini ummuştur. Bu, deyiş yerindeyse bir ‘tercüme medeniyet’tir, hazıra konmaktır; aynı zamanda zihnî tembelliktir. Ve işin bir başka yönü, asıl/öz medeniyet, toplumun derin katmanlarına çekilse bile, yerine ikame edilmeye çalışılan ‘tercüme medeniyet’e büyük bir direnç ve tepki gösterir. Yanlış anlaşılmasın, burada bir medeniyetin, başka bir medeniyete ait somut veya soyut olgulara kapalı olduğunu iddia etmiyoruz; ama asıl/öz medeniyetin bu tür yabancı üretimleri, kendi ana referanslarıyla denetlediğini, bünyesine uygun olanları bu ana referansların süzgecinden geçirdikten ve bir ‘telif’e dönüştürdükten sonra kabul edebildiğini belirtiyoruz. Bu bağlamda öz medeniyetin direnci, kendi akışına ket vurulması, bu akışa dışarıdan müdahale edilmesi ve bünyesine uymayan bir kan değişimine maruz bırakılmasınadır. Bu direnç de, toplumsal çatışmalar, çeşitli toplumsal alanlarda ortaya çıkan ikilikler, kuşaklararası kopukluklar ve gerginlikler hâlinde kendini gösterir.


TÜRKİYE: BİR TERCÜME CUMHURİYET

Bunları, geçtiğimiz günlerde “19. Milli Eğitim Şurası”nda görüşüldükten sonra liselerde Osmanlı Türkçesi’nin bir zorunlu ders olarak okutulmasına ilişkin çıkan tartışmalar üzerine yazdım. Bilindiği üzere, dil bir kültürün en güçlü taşıyıcı, geliştirici aracıdır. Bir ulus da medeniyete, sık sık diliyle eklemlenir ve yine o medeniyete dille eklemeler yapar. Bunun ötesinde, dil ve dille üretilen tüm metinler, bir medeniyetin ana referanslarıdır. Örneğin kutsal kitaplar, hadis külliyatları, fıkıh kaynakları, fetvalar vb. eserler, bir medeniyetin dilsel referanslarıdır. Bu dilsel/dinsel referanslar, daha sonra başka formlarda,  yine dil aracılığıyla -örneğin hukuk yasaları, şiir, hikâye, menkıbe, bilimsel eserlerle- çoğaltılır ve böylece medeniyete bağlı bir “kültür birikimi/bilgi birikimi” oluştururlar. O hâlde, bir medeniyete eklemlenme ve ekleme yapmanın en kullanışlı araçlarından biridir dil. Bu aracı ortadan kaldırdığınızda ya da bunun yerine başka bir dil koyduğunuzda, medeniyetle, referanslara erişme, eklemlenme ve eklemeler yapma bağlamında bir sıkıntıyla karşılaşırsınız. Türkiye’de, “dilsel araca’ öz Türkçecilik ve alfabe değişikliği bağlamında bir ‘üst ve gayr-i tabiî- müdahale’ ile böyle bir sıkıntı yaşandığı inkâr edilemez. Daha açık konuşmak gerekirse, 1928’den sonra eğitim görmüş kuşak, o tarihten önce ölen dedelerinin mezar taşlarını bile okuyamaz durumdadır… Bu, esas itibariyle, en alt düzeyde insanın soy bilgisi zincirinde, yani biyolojik kimliğinde bir ‘yitim’ örneğidir. Dilsel aracın ortadan kaldırılması, tıpkı bu örnekteki gibi,  yüzyıllar içinde edinilmiş ve yazıyla kayda geçirilmiş bir bilgi ve tecrübe birikimiyle; dolayısıyla medeniyetle bağların koparılması demekti. Oysa bir medeniyetin, bir toplumun ilerlemesi için, kendinden önceki bilgi ve tecrübe birikimine, referanslarına ulaşabilmesi, onu devşirmesi, ona eklemlenmesi ve dahi eklemeler yapabilmesi gerekir. İlerleme ancak böyle olabilir. İşte tam da bu nedenle, Osmanlı Türkçesi’nin genç kuşaklara öğretilmesi ve ders olarak okutulması kadar doğal bir şey olamaz. Öğretilen, öğretilecek olan bugünkü Türkçe’nin başka bir harfle yazılmış eski bir versiyonudur. Yani ‘ana dil’dir. Dolayısıyla Osmanlı Türkçesi’nin ders olarak okutulmasına karşı çıkmak, ilerlemeye, bu milletin referanslarıyla, tarihsel bilgi ve birikimi ile karşılaşmasına, bağ kurmasına karşı çıkmaktır. Bu, Türk modernleşmesinin seküler ve Osmanlı karşıtlığına dayanan bir bariyeridir ve açıkçası, geçmişten bugüne yaşanan toplumsal krizin, durağanlaşmanın ve geri gidişin arkasında da, kanaatimce bu tür gereksiz bariyerler vardır. O nedenle sağlıklı bir kültürel gelişimin, akışın sağlanabilmesi için her şeyden önce, bu kuşkunun ve ön yargının ortadan kalkması gerekiyor. Ama ne yazık ki Türkiye’de hâlâ bir kesimde, bu seküler kuşku ve önyargı mevcut. İşte bu kuşku ve önyargının çıkardığı sonuçlardan dolayı, Türkiye’de özgün bir ‘telif’ eser, özgün bir bilim, özgün bir eğitim, özetle özgün ‘telif’ bir düşünce üretilemiyor. Türkiye bu nedenlerle bir ‘tercüme cumhuriyet’ olarak kalıyor. 

Bütün bu sosyal gerçekliklerden sonra, Osmanlı Türkçesi’nin okutulması/öğretilmesini bir ‘korku’ refleksiyle reddetmek yerine, sağlıklı ilerlemenin araçlarından biri olarak görmek gerek. Hatta bu çerçevede, Milli Eğitim veya Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde, geçmişteki önemli bilimsel ve kültürel referans Osmanlıca eserlerin, buna süreli yayınlar da dâhil, günümüz harflerine aktarılması işini görecek bir birimin kurulması şarttır. Hele bir ‘medeniyet tasavvuru’na sahip olma iddiasıyla ortaya çıkanların, mutlaka böyle bir projesi olmalıydı. Bunun yanında kendi medeniyetimize veya bir başka medeniyete ait referans eserleri, yabancı dillerden tercüme edecek bir “Tercüme Bürosu”nun yeniden kurulmasında, medeniyete katkı sunmak, eklemlenmek, eklemelerde bulunmak açısından büyük yarar vardır.
#Medeniyet
#19. Milli Eğitim Şurası
#Osmanlı Türkçesi
9 yıl önce
default-profile-img