'Beyaz Sinema' hareketi (1970-2012): Ruhuna El-Fatiha…

Görünen o ki 40 küsur yıldır şiddetli kültürel çarpışmalar eşliğinde üzerinde ilerlediğimiz yol buraya kadarmış. SİYAD'ın -kendisini "bilimsel sosyalist" olarak tanımlayan ve "Beyaz Sinema hareketinin bu topraklarda herhangi bir geleceği yok" diyen- başkanı Tunca Arslan söz konusu tezinde haklı çıktı. Müslümanca bir dayanışma duygusunu bu denli unutmuş bir ümmette, her koyunun kendi bacağından asılması felsefesinin neredeyse hadis-i şerif muamelesi görmeye başladığı liberal kapitalist bir toplumsal düzende, diğer bütün onurlu politik/sanatsal yönelimler gibi "Beyaz Sinema"nın da kayda değer bir geleceği yokmuş sahiden... Velhasıl, egemen sistem, var olandan daha üstün bir sinema algısı ve beğenisine ulaşma yönündeki bütün o samimi ideolojik/estetik arayışlarımızı da, bu alanda "sürü"den ayrışmamızı sağlayan irili ufaklı her türlü farklılığımızı da en sonunda aslanlar gibi ortadan kaldırmayı başarmıştır. Haydi, şimdi hep birlikte kınacı dükkanına!

Ali Murat Güven Yeni Şafak
'Beyaz Sinema' hareketi (1970-2012): Ruhuna El-Fa
alimuratg@yahoo.com

Bundan iki-üç hafta kadar önce, Türkiye'de film işletim sisteminin ticarî kurallarını ve güncel sinema izleyicisinin reflekslerini benden çok daha derinlemesine bilen, sektöre uzun yıllarını vermiş bazı dostlarla yaptığımız sohbetlerde hafiften bir iddialaşmamız söz konusu olmuştu. Muhataplarım âdetâ ağız birliği etmişçesine bana şunları söylemişlerdi o görüşmelerimizde:

“İsmail Güneş'in 'Ateşin Düştüğü yer' filmini ön gösterimlerde izledik. Gerçekten de güzel film, ağırbaşlı film, hem iyi yazılmış, hem iyi yönetilmiş, hem de iyi oynanmış bir hikâye… Fakat, Türkiye'de artık -mütedeyyin mahalle de dahil- böylesi ciddi filmleri destekleyip, onların izini süren idealist sanatçıları ayakta tutacak politik duyarlılığa sahip zinde bir izleyici profili kalmadı. Salonları dolduranlar ya işi gücü kakara kikiri, erotizm ve aksiyon olan çoluk çocuk ya da hafta boyunca iş hayatında yüklendiği streslerden dolayı iyice bunalmış, mizahî yönü ağır basan bir film izleyip kafa boşaltmayı amaçlayan ruhu yorgun bir erişkinler kitlesi… Adına 'sanat sineması' ve 'politik sinema' denilen türleri yaşatacak sinemasever tipi son yıllarda büsbütün ortadan kalktı. Velev ki çekilen film savunduğu değerler açısından ister 'sol'a, isterse de 'sağ'a yakın olsun; her iki politik cephenin de içi iyice boşaltıldı ve meydan artık tamamen 'bugünü yaşayanlar'a kaldı.

Eh, sen de bu gibi ticarî meselelerde yoğun duygusallığı ve meslekî coşkularıyla tanınan bir adamsın. Fakat, 'Ateşin Düştüğü Yer'in kendi yapım giderlerini kurtaracağı alt sınır olan 100-150 bin izleyici konusunda kesinlikle bu kadar ümitvâr olma… Yok artık böyle bir izleyici kitlesi bu ülkede! Sizin mahallenizde de yok! Hattâ, sizin mahallenin insanları bile kırk yılda bir sinemaya gittikleri zaman 'Recep İvedik', 'Kutsal Damacana' ya da 'Sümela'nın Şifresi' izleyip kıkırdamayı tercih ediyor!

Dindar insanların Mesut Uçakan'ın 'Reis Bey'ine, 'Yalnız Değilsiniz'ine, 'Yücel Çakmaklı'nın 'Minyeli Abdullah'larına, İsmail Güneş'in 'Çizme'sine büyük bir ilgi, merak ve hoşgörüyle akın akın gittikleri o eski coşkulu günler tarih oldu artık; bu acı gerçeği ne yapıp edip kabullenmek zorundasın. Çünkü toplum diğer pek çok konuda olduğu gibi sinema alanında da tektipleştirildi.”

Ben ise sektörde hangi filmin kaç bilet keseceğini daha bir ay öncesinden üç aşağı beş yukarı tahmin edebilecek kadar tecrübe kazanmış sinema kurdu dostlarımın bu tür “can sıkıcı” yorumlarını, o her zamanki iyi niyetim ve iyimser beklentilerim içinde, bir kulağımdan girip ötekinden çıkacak şekilde dinlemeyi sürdürecektim. Üstüne üstlük onlara, “Görürsünüz bakın, bu kez olacak! İnançlı kesim, töre, evlat sevgisi ve merhamet üzerine çok önemli sözler söyleyen bu güzelim filmi kesinlikle sahipsiz bırakmayacak! Dahası, 'Ateşin Düştüğü Yer'in elde edeceği orta karar ticarî başarı, diğerlerinin de yolunu açacak!” gibi -aslında hiçbir mantıksal ve sosyolojik temeli olmayan- kurusıkı karşı savurmalar yapmayı da ihmal etmeksizin!

Sonuç olarak, geçen hafta boyunca “Box Office Türkiye” sitesinde “Ateşin Düştüğü Yer” filminin gişe rakamlarına her göz atışımda ağzımın payını muhteşem bir şekilde aldım.

Anadili İngilizce olan bazı Batı ülkelerinde, benim yaşadığım türden acıklı durumlara, sürüklendiğim perişan ruh hâline “epic fail” adını verirler; yani “destansı çöküş”

Gerçekten de dört dörtlük bir “epic fail” vaziyeti içinde tamamladım haftayı…

Çünkü, sinema perdesi için bile çekilmemiş, hemen yalnızca DVD piyasasına sürülmek üzere üretilmiş uyduruk bir Güney Kore çizgi filmi, “Sevimli Balık Pupi”nin bile 10 bin biletli izleyici sınırını rahatlıkla aştığı bir ülkede, 20 küsur yıldır bizzat tanıdığım, hem kendisini hem de sinemasını büyük bir beğeniyle takip ettiğim, düşüncelerine ve yoldaşlığına her zaman ihtiyaç hissettiğim, bu topraklara ilişkin yaman dertlenmeler içinde olduğunu öteden beri pek iyi bildiğim İsmail Güneş adlı o güzel kalpli, sözünü hiçbir koşulda sakınmaz adamın 26 yıllık yönetmenlik kariyeri boyunca çektiği en başarılı film, ülkemizin dört bir köşesindeki 51 sinema salonunda, gösterime sunulduğu ilk 7 gün boyunca toplam 6 bin 947 biletli izleyici tarafından görülmüş.

Dilerseniz, ben size bu manzarayı sinema işletmeciliğinin geleneksel hesap denklemleri çerçevesinde biraz daha tercüme edeyim.

6 bin 947 kişi bölü 51 salon, eşittir bir hafta boyunca salon başına 136.2 kişi

136.2 kişi bölü 7 gün, eşittir salon başına günlük olarak 19.4 kişi

19.4 kişi bölü günde 6 seans gösterim, eşittir seans başına 3.2 kişi

Yani, aralarında birbirinden kaliteli, buna paralel olarak işletme giderleri de aynı oranda yüksek AVM zincir sinemalarının da bulunduğu 51 salonda, sinema makinesinin bobinleri Güneş'in filmi için her döndüğünde ortalama 3 bilet ücretine oynamış.

Böyle bir ticarî manzaranın sektördeki genel adı da “hezimet”tir.

Zekâ yaşı en fazla 5 olabilecek bir kitlenin beğeni ölçütlerine göre çekilmiş “Yenilmezler” adlı "tayt giymiş süper kahramanlar resmigeçidi" bire bir aynı zaman dilimi içinde kolaylıkla 300 bin izleyici toplamayı başarırken, 81 vilayetli ülkemizin tamamından bu filmin -gerek geri ödemeli yapım desteği aldığı Kültür Bakanlığı'na, gerekse sektörel kişi ve şirketlere yönelik- üstüste birikmiş borçlarını sıfırlamayı sağlayacak bir 100 bin er/hatun kişi ise çık(a)madı.

Ha, ilk hafta böyle geçti. Pekiyi, bundan sonra ne olur?

Bir kere, tamamen devlet desteğiyle üretilen, bundan dolayı da en küçük bir gişe kaygısı bulunmayan üç-beş tane mayışık İran filmi izleyince, adına sinema dediğimiz, üretiminden tüketimine kadar her aşamasıyla olağanüstü masraflı, karmaşık başarı denklemlerine ve kendine özgü acımasız işletim kurallarına sahip ultra-kapitalist iş kolunu her zaman her yerde aynen böyle ilerleyen “katıksız bir sanat” zanneden, sinemanın ticarî ve endüstriyel boyutu hakkında en küçük bir fikri dahi bulunmayanlar şu gerçeği de doğal olarak bilemezler: “Ateşin Düştüğü Yer” gişede yeterince iyi iş yapmadığı için o gösterişli ve yüksek işletme giderli AVM sinemalarından birbiri ardınca kaldırılacak, ailelerin pek uğramak istemedikleri, ortam açısından diğerlerine göre daha köhne, ses-görüntü teknolojisi ve hizmet kalitesi iyiden iyiye düşük kenar mahalle sinemalarına doğru savrulacak. Ve uzun yıllardır iyice yerli yerine oturmuş bir gelenek uyarınca, gösterime girdiği ilk üç gün, cuma, cumartesi, pazar günü elde edilen veriler sonraki günlere de pek güzel ışık tuttuğundan dolayı, en kabadayı bir tahminle 4-5 haftada 20-25 bin kişi tarafından izlenip, sonrasında ise apar topar piyasadan çekilecek. Bugüne kadar pek çok “iyi film”in başına geldiği üzere…

Yine de umalım ki öyle olmasın; fakat eldeki veriler perşembenin gelişini daha çarşambadan haberliyor.

Geçen haftaki yazımda “Temeli sağlam atılmış bir yapıt olarak, 'Ateşin Düştüğü Yer'in bizim gibi yandaş medyanın öyle zorla arkadan itelemelerine falan ihtiyacı yok. Bu güzel filmin kendi öz kalitesi, gişede kendisini ayakta tutmaya fazlasıyla yeter” demiştim. Ne kadar ilginçtir ki bunu yalnızca ben değil, en sosyalistinden en dindarına kadar yığınla film eleştirmeni ve köşe yazarı da söyledi geride bıraktığımız hafta boyunca; sevgili Güneş'in meslek hayatının en “dolu dolu” filmi karşısında ülkemiz medyasında uzun yıllardır (muhtemelen “Babam ve Oğlum”dan beri) eşi görülmemiş bir beğeni konsensüsü oluştu.

Yok ama, bu ülkede artık hiç bir idealistçe çıkış, ürkütücü bir şekilde miskinleşmiş olan “ihale takipçisi kafa”nın ideolojik heyecansızlığını, bütün varlığıyla “akçeli işlere kilitlenmişliği” sorunsalını çözemiyor; onu bir paket sigara bedeli karşılığında sinema salonlarına girmeye, hayatını bu câmiâya adamış yalnız ve yorgun bir sanatçının en iyi gösterisini izleyip alkışlamaya doğru kışkırtamıyor.

Evet, yalnızca ben değil, hepimiz âdetâ söz birliği etmişçesine (fakat perde arkasında asla böyle bir gizli anlaşma olmaksızın, herkes kendi kişisel beğenisi doğrultusunda özgürce kalem oynatarak) “Bu film güzel bir film, anlamlı bir film, sinemamız adına kıvanç verici bir film, gidin bu filme, destekleyin lütfen İsmail Güneş'i” diye yazdık, olmadı, olamadı.

Muhataplarımızın içinin ne denli geçtiğini aslında bizler de nicedir alttan alta fark ediyorduk; fakat doğrusu ya, bu kasvetli durumu bir türlü kabullenmek istemiyorduk. Hele de ben…

Sayfamızın müdavimi konumundaki herkes şu gerçeği çok iyi bilir ki, “câmiâ”da nicedir yoğun bir şekilde yaşanan değerler erozyonu, artık herkesin her yerde üzerine çatır çatır konuştuğu o berbat çözülme psikolojisi karşısında en uzun süredir direnip duran sinema yazarı da yine benim… Bir sürü değerli meslektaşım “Bizim mahallede kültür-sanat işleri gerçekten boş işlermiş, şu fânî dünyada yaşayacak bir tek ömrümüz var, onu da niye bu alanda ziyan zebil edelim” diyerek zaman içinde film eleştirmenliğini bırakıp “politika yazarlığı” gibi daha “ağır” ve “ratingi garantili” sahalara doğru kaydılar. Ben ise zaten onların transfer olmaya uğraştıkları cazip sahada top koştururken durduk yerde kaşınıp, “Yok kardeşim, dindarların kültür-sanat egemenliği alanında henüz çözülememiş çok ciddi bir şuurlanma meselesi var. Ben kendi gazeteciliğimde politika, spor ya da ekonomi ile uğraşmak istemiyorum, bütün enerjimi mahalle olarak en zayıf olduğumuz bu sahaya vakfedeceğim” diyerek bana son derece garantili bir ikbal vaad eden önceki pozisyonumu yine kendi arzumla bıraktım; hemen ardından da sabırla ekip biçmek üzere bu kurak bahçeyi satın aldım.

Büyük bir hata ettiğimi şimdilerde çok daha iyi anlıyorum.

O yüzden, uğruna yıllardır çılgınca savaşmaktan dolayı yorgun düştüğüm bu metruk kalenin en eski, aynı zamanda da en inatçı muhafızlarından biri olarak, okuduğunuz yazım kapsamında, gecikmiş bir itirafı bütün câmiâ adına yine ben üstleneceğim.

1970'li yılların başlarında, tek boyutlu, tek bakış açılı bir Yeşilçam ortamında temelleri rahmetli Yücel Çakmaklı'nın kişisel mücadelesiyle atılan, ardından da Mesut Uçakan, Salih Diriklik, Ali Osman Emirosmanoğlu, İsmail Güneş, Nazif Tunç, Atilla Gökbörü, Nurettin Özel, Mehmet Tanrısever, Metin Çamurcu gibi yapımcı-senarist-yönetmen dostlarımızın omuzlarında binbir çile eşliğinde bugünlere kadar ulaşan “beyaz sinema” hareketi ne yazık ki bitmiştir. Belki, kendisini bu harekete mensup hisseden sanatçıların yeni şeyler üretme heyecanları açısından değilse bile, izleyici kitlesinin desteği ve üretileni tüketme heyecanları açısından… Ki görünen o ki artık böyle bir sinema hareketini ölmeyecek düzeyde ayakta tutabilecek en asgarîsinden bir izleyici kitlesi dahi yoktur Türkiye topraklarında… İnsanlar şimdiden sonra “öteki dünya”yı değil, daha ziyade “bu dünya”yı işaret eden “eğlenceli” filmler izlemek istiyorlar. Dindarı da dinsizi de…

Ve bu da 1985'den beri sinema üzerine yazıp çizen, anılan sinema hareketini canıyla, kanıyla, malıyla, diliyle, kalemiyle, beyniyle ve kalbiyle desteklemiş biri olarak benim herhangi bir yazımda “Beyaz Sinema”, “Millî Sinema”, “İslâmî Sinema” gibi ifadeleri son kez kullanışım olacaktır. Evet, benden bir daha kesinlikle anılan kavramların çevresinde dönen tezler, polemikler ya da savunular okumayacaksınız. Çünkü, bundan böyle “mezarcılık” yapmak istemiyorum. Müşterisi olmayan hiç bir şey satılamaz, böyle fuzulî şeylere zaman harcamak da açık bir israftır.

1970'lerden bu yana bizlere yaşattığınız politik/sanatsal heyecanlar ve -en azından geçmişte- aşıladığınız güçlü umutlar için hepinize minnettarım sevgili Çakmaklı, sevgili Uçakan, sevgili Güneş ve diğer inançlı sinemacı dostlarım…

Ancak, görünen o ki 40 küsur yıldır şiddetli kültürel çarpışmalar eşliğinde üzerinde ilerlediğimiz yol buraya kadarmış. SİYAD'ın -kendisini “bilimsel sosyalist” olarak tanımlayan ve “Beyaz Sinema hareketinin bu topraklarda herhangi bir geleceği yok” diyen- başkanı Tunca Arslan söz konusu tezinde haklı çıktı. Müslümanca bir dayanışma duygusunu bu denli unutmuş bir ümmette, her koyunun kendi bacağından asılması felsefesinin neredeyse hadis-i şerif muamelesi görmeye başladığı liberal kapitalist bir toplumsal düzende, diğer bütün onurlu politik/sanatsal yönelimler gibi “Beyaz Sinema”nın da kayda değer bir geleceği yokmuş sahiden

Velhasıl, egemen sistem, var olandan daha üstün bir sinema algısı ve beğenisine ulaşma yönündeki bütün o samimi ideolojik/estetik arayışlarımızı da, bu alanda "sürü"den ayrışmamızı sağlayan irili ufaklı her türlü farklılığımızı da en sonunda aslanlar gibi ortadan kaldırmayı başarmıştır.

Haydi, şimdi hep birlikte kınacı dükkanına!

* * *

Senarist-yönetmen İsmail Güneş ve sanatçının şimdiye kadar çektikleri arasında sinemasal açıdan en yetkin, fakat aynı zamanda da gişe hasılatı açısından en kötü çalışması “Ateşin Düştüğü Yer”de tek kelimeyle döktüren aktör Hakan Karahan, filmin Fethiye yakınlarındaki setinde, bir dinlenme ânında…

Demek ki neymiş, sanatsal beğenisi artık bambaşka düzlemlere kaymış durumdaki böyle bir ülkeye ciddi toplumsal meselelerin peşinden giden “iyi filmler” sunmanın da son kertede hiç bir ticarî anlamı yokmuş!