|
|
Ali Murat Güven
Bu mini yazı dizisinin amacı, öyküyü -"Arabistanlı Lawrence" ve "Hicaz katliamı" gibi- pek çoğumuzun tüylerini diken diken eden kimi tarihsel simgelerden başlatıp sözü eninde sonunda şu meşhur "Arap ihaneti"ne getirmek, oradan hareketle de zaten 90 yıldır karşılıklı olarak üzerinde yeterince başarıyla çalıştığımız "Türk-Suud soğukluğu"nun temellerine yeni nefret tohumları ekmek değil. 20'nci yüzyılın başlarında Suudilerle Türkler arasında bir dizi sıcak çatışma oldu ve bunun sonucunda da kutsal topraklar Türklerin elinden çıktı. Bu vakıayı lise yıllarındaki okul kitaplarımızdan geriye kalan bilgi kırıntılarıyla dahi hepimiz gayet iyi biliyoruz. İki din kardeşi ulus arasında yaşanan trajik olaylar üzerine bugüne dek çok şey yazılıp söylendi. Gönül elbette ki tarihin bu şekilde akmasını istemezdi, ama olanlar oldu. Bizim buradan tarihin o malûm kavşakları üzerine tekrar tekrar hamaset yüklü analizler yapmamız ne olup bitenleri değiştirecek, ne de günümüz insanlarına herhangi bir fayda sağlayacak. Üstelik, devletlerarası ilişkilerde sürekli bu mantıkla hareket edecek olursak, birilerinin bize 1915'te Çanakkale'de 252 bin askerimizi şehit vermemize neden olan İngiliz ve Fransızlarla NATO'da nasıl müttefik pozisyonunda olduğumuzu, 1923'lerde Türkiye Cumhuriyetinin varlığını tanımakta bir hayli nazlanan Amerika Birleşik Devletleri'yle günümüzde nasıl "stratejik ortak" konumuna geldiğimizi de adamakıllı açıklaması gerekiyor. Velhasıl, okuyacağınız bu yazı dizisinin temel derdi "geçmiş" değil, "günümüz"... Bu en baştan böyle biline! 7 Mart Cuma günü, hükümetin hiper-aktif Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen'in liderliğindeki 120 kişilik bir bürokrat, işadamı ve gazeteci grubuyla birlikte Suudi Arabistan'a gittik. Cidde ve Riyad'ı kapsayan beş günlük "hızlandırılmış" bir geziydi bu. Heyetin -benim de aralarında bulunduğum- bir avuç işadamı ve gazeteci üyesi gezinin ziyaret programına sonradan üçüncü bir kent daha ekledi ki, burası bir geceyarısı apar topar hazırlanıp Umre yapmak üzere yalnızca üç-dört saatliğine gittiğimiz mubarek Mekke idi. Bir ülkeyi tanımak ve anlamak için beş gün yeter mi? Tabiî ki yetmez. Pekiyi bu kısa süre, içinde yaşadığı toplumda ömrü boyunca Araplarla ilgili sürekli olarak kötüleyici (ve aşağılayıcı) öyküler dinlemiş birinin önyargılarının sarsılmasına yeter mi? Evet, yeter. Suudi Arabistan'da geçirdiğim toplam 100 saatte, bu ülke ve bu ulus hakkında, çocukluğumdan itibaren damarlarıma zerkedilmiş olan bütün o geleneksel önyargılarım derinden derine sarsıldı. Hele de, bize din kardeşlerimizle her türlü kültürel, ticari ve askeri işbirliğini şiddetle meneden kimi batılı dostlarımızın, aynı "düşman ülkeleri" nasıl da boylu boyunca işgal edip iliğine kadar sömürdüklerini gözlerimle gördükten sonra daha bir yıkıldım. İşte, bu mini dizi kapsamında, topu topu yüz saate sığdırdığım Suudi Arabistan izlenimlerimi sizlerle paylaşmayı, orada geçirdiğim zaman zarfında yaşadığım kültürel şokun gerekçelerini içtenlikle aktarmayı amaçlıyorum. Kimbilir, hem çok yakınımızda hem de çok uzağımızda duran bu "kardeş" ülkeyi, yalan söylemeye ve dezenformasyon yaymaya hiç mi hiç ihtiyacı olmayan birinin ağzından dinlerseniz belki sizin de bazı önyargılarınız sarsılabilir... Araplar pek o kadar da "pis" değilmiş (!) 7 Mart sabahı, Türk Havayolları'ndan kiralanan bir Boeing 737-800 charter uçağıyla Cidde'ye hareket ettik. O gün, mutlu bir tesadüf ile benim de 35'inci yaşgünümdü. Gazetemizin çok başarılı geçen -ve bu fakirin de kreatif ekibinde yer aldığı- "İslâm Peygamberi" kitap kampanyasının olumlu yankılarını ardımızda bırakarak, Atatürk Havalimanı'nda sayıları 120'yi bulan kafile üyelerinin arasına karıştım. Medyamızın mümtaz temsilcileri, öteden beri bu tür dış gezilerde "skandal" damgasına lâyık bir gelişme söz konusu olduğunda fırsatı hiç kaçırmaz, yemeyip içmeyip durumu derhal merkezlerine bildirirler. (Örneğin, 1996'da Libya'da gerçekleşen o gerilimli Kaddafi-Erbakan görüşmesini ve sonrasında kopartılan abartılı fırtınayı hatırlayalım.) Ancak, yine aynı gezilerdeki olumlu gelişmeleri ise kamuoyuna yansıtmakta ise pek bir nazlı davranır habercilerimiz. Bu gezinin ilk olumlu yanı, Ak Parti hükümetinin yürürlüğe koyduğu sıkı tasarruf kuralları gereği, bütün katılımcıların masraflarının kendileri tarafından karşılanıyor olmasıydı. Daha da Türkçesi, ne işadamları, ne de gazeteciler olarak, bu beş günde devletimize tek kuruş masraf çıkarmadık. Yaptığımız bütün harcamaları da paşa paşa ödedik. Suudi Arabistan'dan önce benzer bir biçimde Irak, Cezayir, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan'a da heyetler götürmüş olan Bakan Tüzmen, aynı tasarruf kurallarını orada da uygulamıştı. ANAP iktidarları zamanındaki o meşhur saltanat gezilerinden hayli farklı olan bu uygulama sayesinde - "yolculuk harcı" konusundaki görüşlerini sorduğum- hemen herkes, "halkın parasıyla yolculuk yapmadığını bilmenin iç huzurunu taşıdıklarını" söylüyordu uçuş öncesi. Uçaklarla aram gayet iyi olmasına karşın, Türk Hava Yolları ile aram ise oldum olası biraz limonîdir. Kimbilir, belki de ömrüm boyunca meslekî gezilerde sürekli "millî havayolumuzu" tercih etseydim, KLM, SAS, British Airways, Lufthansa ve Air France gibi şirketlerin uçuşlarıyla hiç tanışmamış olsaydım, THY'nin standartlarına bayılabilirdim. Ancak, uçuş hizmetinin başka uluslarca nasıl verildiğini bir kez gördükten sonra artık bizimkilere maalesef bayılamıyorum. Öte yandan, yeterince şovenist olmayan bu tercihime çevreden pek de destek bulduğum söylenemez. Bakıyorum, bu gezide de yol arkadaşlarım arasında THY'nin uçuş standartlarını hâlâ "dünyanın en yüksek kalite standartları" olarak gören bir sürü insan var! 737'nin bunaltıcı üçlü koltuklarından birinin tam ortasında, acil inişte yapılması gerekenleri gösteren THY broşürünü tekrar tekrar inceleyerek, İstanbul-Cidde arasındaki mesafeyi tüketmeye çabalıyorum. THY beni hiç yanıltmaz, bu gezide de yanıltmıyor. Lake ile kaplanmış o lüks "acil durum" broşüründe "mecburî iniş" cümlesini "mecrubî iniş" şeklinde yazmışlar. Yakışır! (Oysa, broşürde, toplasanız bir paragraf yazı dahi yok.) Suudi Arabistan, THY'nin hiç kuşkusuz en sevdiği güzergâh olmalı. Ne de olsa onbinlerce hacı bu kuruluşa her yıl akıttıkları milyonlarca dolarla "görev zararları"nın telafisinde büyük bir katkı sağlamaktalar. Hacca karayoluyla gitmek yıllardır devlet emriyle yasak, başka havayoluyla gitmek yasak, yolculuk tarifeleri mesafeye göre oldukça tuzlu, ayrıca çoğunun saçı sakalı bembeyaz olmuş bu insanlar ülkeye sağladıkları onca artı değere rağmen Atatürk Havalimanı'ndaki erotik bilboardlardan rahatsız olunca derhal hakaret bombardımanına tutulup "gerici" ilan edilebiliyorlar, ama olsun! Vatan sağolsun! Bu güzide kurumumuz sözkonusu katı kurallar sayesinde -dünyadaki pek çok havayolu şirketi çatır çatır batarken- kâra geçebiliyor, öyle değil mi ya! Ben bunları düşünürken, tam o sırada kabin görevlilerinden biri, yanımda oturan ve "Öf, çok sıkıldım, artık dayanamıyorum!" diyerek bir sigara yakan -tütün tiryakisi olduğu her halinden belli- yaşlı bir işadamının üzerine, neredeyse beni de çiğneyerek abanıyor, bu arada bütün uçağı ayağa kaldırarak avaz avaz bağırıyor: "Verin o sigarayı bana! Beni işimden mi etmek istiyorsunuz! O sigarayı ağzınızdan alma yetkim var benim!" Derken, biraz sonra bir bardak su istiyorum. İkinci tekrarın ardından, yaklaşık 15 dakika geçtikten sonra nihayet geliyor suyum. İşte bu "yüksek kalite standartları" içinde Cidde'ye iniyoruz. (Dönüş uçağında hosteslerin bazı yolcularla yarım saat içinde sözlü olarak ve el kol hareketleriyle nasıl yüz göz olduklarını, bazılarının da yapılan çıkma tekliflerini nasıl sevinç çığlıklarıyla karşıladıklarını ise dizinin son bölümünde anlatacağım.)
Pırıl pırıl bir kent: Cidde
İstanbul'un, bir aydır ruhumuzu karartan kurşunî göklerini yarıp, üç buçuk saat sonra pırıl pırıl ve güneşli bir havanın egemen olduğu, gündüz sıcaklığı 28 derecelerde seyreden Cidde'ye ayak basmak, heyetimizin lideri Bakan Tüzmen dahil hepimize son derece iyi geliyor. Vaktiyle, "Suudiler'in pasaport kontrolünde dünyanın en yavaş adamları olduklarına dair" bir rivayet duymuşum. Bu verinin ışığında, kendimi havalimanında en az üç saat geçirmeye peşinen hazırlamış durumdayım. A-aa, bir de bakıyoruz ki resmî işlemler orada da tıpkı bizim diyardaki gibi yürüyor ve kısa süre sonra otele doğru hareket ediyoruz. (Nitekim, sonradan bunun VIP statüsündeki Bakan'ın heyetinde olmamızdan kaynaklanan sıradışı bir durum ya da bir iltimas olmadığını, havalimanında işlerin zaten bu şekilde yürüdüğünü dönüşümüzdeki standart kontrol prosedüründen süratle geçerken de açıkça görüyoruz.) Ayrıca, muhatap olduğumuz istisnasız bütün Arap görevlilerin kendilerine ne zaman "Es-selamû Aleyküm" desek gözlerinin ışıldayışı ve ağız dolusu bir "Ya Aleyküm Selam" ile cevap verişleri de hemen dikkatimi çekiyor. Yakalarımızdaki Türk-Suudi bayraklarını taşıyan rozetlerden kim olduğumuzu az buçuk biliyorlar ve onları İslâm dünyasının bu ortak koduyla selamlamamız belli ki hoşlarına gidiyor. Tabiî ki, bu esnada heyetimizde Arap muhataplarına "Hi!" demeyi tercih edenler de var. Havalimanından çıkıyoruz. Dışarıda püfür püfür bir rüzgâr esmekte. Heyetimize tahsis edilmiş otobüslerle bakımlı Cidde otobanlarından geçerek, Suudi Arabistan'da ikamet eden Türk işadamlarıyla tanışmak üzere Hilton Oteli'ne gidiyoruz. Özellikle Kızıldeniz boyunca uzanan ve "Corniche" adı verilen sahil şeridi olağanüstü bir güzelliğe sahip. Binlerce palmiye ve bakımlı, şık binalar ardı ardına gelip geçiyor camlarımızdan. Benim ise özellikle yolların olağanüstü temizliği dikkatimi çekiyor. İstanbul ve Ankara gibi -hele de bu mevsimde- birer çamur deryası olan iki "mega köy"den gelen bizler için hazmı oldukça güç bir manzara bu. Çünkü ne de olsa beyin kıvrımlarımıza adeta birer yılan gibi çöreklenmiş olan o ünlü önyargının doğrulanmasını bekliyorduk gezimizin hemen ilk dakikalarında: "Araplar dünyanın en pis milletidir!" Oysa ne ortalıkta dolaşan insanlarda, ne de o insanların yaşadıkları mekanlarda kendimizi temizlik açısından onlardan üstün ve ayrıcalıklı görmemizi sağlayabilecek en küçük bir emare dahi yok. O an şaşkınlık içinde farkediyorum ki, hayatım boyunca haritayı açıp bir kez bile Cidde'nin yerine doğru düzgün bakmamışım. Oysa New York'un, Londra'nın ve Paris'in harita üzerindeki konumlarını ezbere biliyorum. Kafamda "Suudi Arabistan" ve "deniz"i hiç bir zaman bağdaştıramadığımdan, coğrafî konumunu o güne dek tam olarak yerli yerine oturtamadığım Cidde'nin görkemli deniz manzarası beni müthiş şaşırtıyor. Tıpkı benim gibi, o güne dek bu topraklarla hiç işi olmamış bazı gazeteci ve işadamlarını da!
Türk işadamları dert küpü
Hilton'a vardığımızda, geziyi düzenleyen özel turizm firmasının neden olduğu "Türk usûlü" geleneksel organizasyon kargaşasından sonra, bütün heyet üyeleri kendilerine ayrılmış odaların anahtarlarını taksit taksit almayı başarıyorlar. Otelin büyük konferans salonunda Bakan Bey'in de katılacağı büyük bir tanışma toplantısı olacak. Bu nedenle odalara yerleştikten sonra hiç vakit kaybetmeden salondaki yerlerimize geçiyoruz. Son derece görkemli bir konferans salonundayız. Konuşmacıların yer aldığı masada Tüzmen'in yanısıra, Türkiye'nin Riyad Büyükelçisi Osman Durak, Cidde Başkonsolosu Hilmi Dedeoğlu ve Cidde Ticaret Ataşesi Özkan Aydın da bulunuyor. Karşılarında belki de yıllar sonra ilk kez işine canla başla sarılan bir hükümet üyesini görmenin doğurduğu umutla, mikrofonu alan her iş adamımız (ve iş kadınımız) resmiyeti bir kenara bırakarak, dostça ve samimiyetle içini döküyor Bakan'a. Suudi Arabistan'da yatırım yapmanın en beylik ön şartı olan "kefil gölgesinde çalışma zorunluluğu"ndan (yoksa "işkencesi" mi demeli?) Türk yetkililerin devlet dairelerinde yaşanan gündelik sorunlara karşı sergiledikleri ilgisizliğe dek, yığınla kemikleşmiş sorun çekincesizce yatırılıyor masaya... (Devamı yarın) ------------------------------------- Rakamlarla Suudi Arabistan
Yüzölçümü : 2,15 milyon kilometrekare
---------------------------------------
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © ALL RIGHTS RESERVED |