T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 30 ARALIK 2005 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

İyi sinemacı 'inançsız' olmalıdır...

Ülkemizin en uzun soluklu sinema dergisi unvanına sahip "Sinema"nın her ay sonuncu sayfasında, sektörün ünlüleriyle yapılmış tek sayfalık söyleşiler yayımlanır. Uzun yıllardır kesintisiz biçimde süren bu söyleşiler, biçim ve içerik itibarıyla artık iyice oturup gelenekselleşmiştir. Öyle ki sayfaya konuk edilen sanatçılara sorulan soruların bile hep aynı olduğunu görürsünüz. Bu standart sorulardan biri de "Öldükten sonra ne var?" şeklindedir. Ki ben sözkonusu soruyu böyle bir dergi açısından öteden beri çok ilginç bulmuşumdur. Buna karşılık, kabul etmek gerekir ki aynı zamanda son derece önemli ve zekice de bir sorudur bu. Topu topu dört sözcükte muhatabın hayat karşısındaki duruşunu ve algılarını kamuoyuna bütünüyle deşifre eder.

İşte, son birkaç yıldır o soruya "Öldükten sonra her insan için ahiret hayatı var" anlamına gelebilecek biçimde cevap veren bir tek Türk sinema oyuncusu ya da yönetmeni çıktığını görmedim. Diyeceksiniz ki, mostralık da olsa bir tane bile yok muydu? Ne yazık ki yoktu. Çünkü, "inanmama"nın âdeta sözbirliği etmişçesine ortak değer yargısı olarak benimsendiği bir dünyadır Türk sinema sektörü...

Hâl böyle olunca, "sinema" üzerine yazılar yazmak ve bunu profesyonel bir çalışma alanı olarak benimsemek, kendisini şu ya da bu oranda "Müslüman" olarak tanımlayan biri için karşı karşıya kalınabilecek en ağır sınavlardan biri, belki de birincisine dönüşüyor. Bu "sırat köprüsü"nden geçmeye çalışırken, önünüzde birbirinden tamamen farklı iki yol belirir. Eğer hayata ve hayat sonrasına ilişkin inançlarınızı, kutsallarınızı, bütün temel değerlerinizi umarsızca bir kenara koyup önünüze gelen her filme -içerdiği kör şiddete, pornografiye, yıkıcı nitelikteki ahlâkî ve siyasal mesajlarına zerrece kafanızı takmaksızın- salt gözlemlediğiniz birkaç teknik ve estetik ustalık gösterisinden ötürü alabildiğine methiyeler düzerseniz, o zaman işiniz oldukça kolaylaşacaktır. Bu sektöre yuvalanmış olan hedonist ve solcu takımı, "Vay be, İslâmcılardan böyle entel adam/kadın da çıkar mıymış" diyerek, sizi -biraz mesafeli de olsa- sever ve sırtınızı sıvazlarlar. Onlar açısından, "bazı gerici takıntıları bulunan, ama buna karşılık yine de zamanla kazanılabilir nitelikte" bir cici oğlan ve cici kız oluverirsiniz.

Gerçi, bu tavrınızdan dolayı zaman zaman kendi arka bahçenizden gelen eleştirel mektuplar da olur hâliyle; ama çoğu dindarlar sinemaya falan gitmedikleri, eskaza gitseler de perdede gördükleri kimi rahatsız edici unsurları artık kendilerine eskisi kadar dert etmedikleri için, onların bu cılız homurtularını bastırmak ise gayet kolaydır. Elektronik posta kutunuza gelen, "Ağabey ya, ne yapıyorsun sen, başından sonuna dek ahlâksızlığı ve şiddeti pompalayan bir filmi yere göğe sığdıramamışsın" mealindeki birkaç mesaja, "Hadi oradan len! Cahilsin sen, saf sanattan anlamıyorsun, yıkıl karşımdan, ben artık entel oldum" şeklinde bir cevap verirsiniz, olur biter!

Asıl önemli olan "sol kesim"in gönlünü ve güvenini kazanmaktır çünkü; onların sizi aralarına kabul etmelerini sağlamaya çalışmaktır.

Bir de "zor" olan ikinci yol var. Bir film gösterime çıktı ve siz onu hiçbir önyargı beslemeksizin izlemeye gittiniz. Perdeye yansıyan öyküyü ışığından kamerasına, oyunculuğundan senaryosuna kadar tepeden tırnağa analiz edebilecek donanıma da sahipsiniz. Bakıyorsunuz ki filmin sahibi kendince birşeyler anlatmış; üstelik bunu da gayet ustaca yapmış. Ama anlattığı şeyler sizin hayata bakışınızla, kendinizi bağlı saydığınız kültürel ve ahlâkî değerlerle taban tabana zıtlıklar içeriyor. Bu durumda ne yapacaksınız? Sizi yadırgatan böyle bir filmi -diğer yorum ve eleştirilerden sufle alıp- sırf meslekî camianızdan izole olmamak için, aslında hiç inanmadığınız hâlde yere göğe sığdıramayan bir "yağdanlık" görevi mi üstleneceksiniz? Yoksa, "Bu adam sinemadan minemadan anlamıyor" suçlamalarını ve kendi meslekî havzanızda yapayalnız kalmayı göze alarak doğru bildiklerinizi mi yazacaksınız? Üstelik de bu ikinci seçenekte "en kadim yol arkadaşlarınız" olarak gördüklerinizin bile artık sert bir teslimiyet rüzgârına kapıldığını, dönüşüm geçirip gitgide sisteme uyumlanmaya başladığını ve sizin kültürel tahribat karşısındaki bu inatçı duruşunuzu eskisi kadar içtenlikle desteklemeyeceklerini de yüreğinizin derinliklerinde şiddetle hissetmenize karşın...

İşte ben de, 1990'ların ortalarına kadar buram buram "Atilla Dorsay öykünmesi" kokan sinema yazılarımdan sonra, son on yıldır bu ikinci yolu seçmiş olmanın bedelini keyifle ve seve seve ödüyorum.

Ah, kara talih ah! Keşke Fatih Akın'ın "Duvara Karşı" adlı filminin gösterime girdiği hafta, ben de Yeni Şafak sinema sayfasını yapıyor olsaydım. Bu film hakkında, daha perdeye ilk yansıdığı gün sıcağı sıcağına bir yazı yazmayı öylesine çok isterdim ki. DVD'sini alıp evimde izlediğim andan bu yana içimde uktedir "Duvara Karşı" hakkında hissettiklerimi dile getirmek. Ama kısmet değilmiş ki olmadı.

Ancak, şimdilerde aynı konuya dönmek için gayet uygun bir vesile doğdu. Çünkü, filmin yapımcıları "Duvara Karşı"yı Almanya ve Türkiye'de (filmin, bir porno oyuncusu olduğu ta en başından beri bilinen başrol kızı Sibel Kekilli'nin bu "vasfını" her iki ülkedeki lansmanda basına bilinçli olarak sızdırıp kitlesel ilgiyi azdırmak gibi) oldukça başarılı bir pazarlama stratejisiyle piyasaya sürdükten sonra, aynı başarıyı Amerikan film pazarında da sergilediler. Sonuçta, bu film ABD'nin önde gelen eleştirmenlerinden David Ansen'in tek başına ve bütünüyle kendi beğeni ölçütleri doğrultusunda belirlediği bir listeye göre "yılın en iyi filmi" seçilmiş. Filmin ilk kez gösterildiği platform olan New York Türk Film Festivali'nin Halkla İlişkiler Sorumlusu Işıl Bağdadi de Ansen'in bu seçiminden dolayı mutluluktan uçmuş ve görüştüğü Türk basın mensuplarına, "Duvara Karşı'nın Newsweek dergisinden övgü almasının festival komitesinde çalışan herkesi çok gururlandırdığını" söylemiş.

İşte yine bir kez daha aynı çatallı yolla karşı karşıyayız. Elin Amerikalısı filmi çok beğenmiş ya, film Newsweek'ten bilem övgüler almış ya, filmi Türkiye'deki pek çok eleştirmen (hattâ camiamızdan bazı kalemler bile) yere göğe sığdıramamış ya, bize de artık halt etmek düşüyor! Öyle ya da böyle, "Duvara Karşı"nın bizlere sunduğu o iğrenç ahlâkî anlayış karşısında "seve seve" teslim olmak ve filmi beğendiğimizi bağıra bağıra söylemesek bile -sinema çevrelerince kınanmamak için- en azından sessiz kalmak zorundayız. Çünkü neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veren yüksek konsey, bu filmin "çok iyi" olduğunu söylemiş oldu bir kez...

Ancak, hayır... Üzgünüm, ama ben böyle düşünmüyorum. "Duvara Karşı", Almanya'daki birinci kuşak Türklerin geleneklere bağlılığını, çocuklarının geleceğine ilişkin duydukları Müslümanca endişeleri bilinçli bir çabayla aşağılayan, bunları hakir gören, genç kuşağın içine düştüğü o kopkoyu nihilizmi ise alabildiğine mazur gösterip yine bu eski kuşağın hatalarına bağlayan, Türklere ait pek çok olumlu toplumsal değere karşı öfke dolu bir filmdir.

Çektiğin filmi neredeyse kare kare, pür dikkat izledim ve ondan nefret ettim Fatih Akın... Evet, belki inanamayacaksın ama "Duvara Karşı"yı hiç sevmedim; dahası son derece itici ve kendi kültürüme yabancı buldum. Doğrudur, filmin çok başarılı bir sinema diline sahipti; ama anlattıkları insanlık için zerre kadar hayırlı şeyler değildi. Neredeyse her beş dakikada bir yerli yersiz soft-porno sahnelere sığınmanı bir kenara bırakıyorum -çünkü bu filmi rahatsız edici kılan etkenlerin belki de en önemsiz kısmıydı o- öykünde anlattıkların ve izleyicilere vermeye çalıştığın mesajlar bu toprakların kültürel dokusuna kesinlikle uymuyordu. Bütün dünya seni ve "Duvara Karşı"yı yere göğe sığdıramayıp ödüllere boğsa da ben bu filminin genç kuşaklar tarafından mümkün olduğu kadar az tüketilmesinin kararlı bir savunucusu ve takipçisi olacağım.

Ben kim miyim? Hani, filminde "hıyar herifin biri" olarak gösterdiğin o Türk belediye otobüs şoförü var ya... Yolda giderken dayanamayıp aracı durduran ve senin şu iki sefil kahramanını "Sizin gibi Allah'ını, dinini, kitabını tanımayanların otobüsümde işi yok!" diyerek aşağı atan o ak saçlı yaşlı adamım işte ben. Sayıları az, ama gürültü yapma kapasiteleri fazla olan "etkin azınlık"tan gelen o abartılı iltifat furyası sakın ola seni yanıltmasın. Emin ol ki geleneklerini beğenmediğin Türkiye'nin büyük çoğunluğu da aslında yine o adamdır. Yoksa, her hâl ve tavrını yüceltmek için kendini paraladığın, gece kulübünde nikahlı kocasına dönüp "Cahit, ben şu adamla yatmaya gidiyom!" diyen; uyuşturucudan, fuhuştan, alkolden ve zırt pırt intihara kalkışmaktan dolayı feleği şaşmış olan -pornocu Sibel Kekilli'nin oynadığı- o genç kahramanın değil...

Hele de -en solcusundan en İslâmcısına kadar bir sürü hanım kızımızın son zamanlarda bu rolünden dolayı neredeyse bir idol olarak görmeye başladığı- Bürol Ünel tarafından canlandırılan "Cahit Tomruk" tarzı şahsiyetlere bizim diyarlarda takılan bir lâkap vardır ki onu telaffuz etmeye bu sütunlar ne yazık ki pek uygun düşmüyor.

Ruhları da bedenleri de kokuşmuş durumdaki bu iki ana karakterini "ilkel Türk örf ve geleneklerinin masum birer kurbanı" olarak iki saat boyunca habire aklamaya çalışırken, kızının geleceğinden içtenlikle endişe duyan o ak sakallı babayı, şaşkın karısını, ailenin itibarını korumaya çabalayan oğlunu ve hattâ diğer akrabalarını ise eşeğin kıçına sokup çıkartınca Almanlar da Amerikalılar da elbette sevecektir, ödüllere boğacaktır seni. Çünkü küresel emperyalistlerin de temel derdi aynı zaten. Türklerde, çekirdek aileyi ayakta tutan kimi örfleri, gelenekleri ve bu arada da kaynağını İslâm'dan alan ahlâk düşüncesini adım adım iğdiş etmek...

İşte yine zıvanadan çıktık. Oysa, ne kadar da kolaydı, "Duvara Karşı, Fatih Akın'ın çektiği gerçek bir başyapıttır" demek... Bir yazında bunu dile getir ve ânında bir entel, saygın bir "sinema gurusu" oluver! Ama, ne yazık ki dile getiremiyorum işte, çünkü bunu midem kaldırmıyor. Dahası, ötelerde bir yerde böylesine pervasız bir "aklama"nın eninde sonunda önüme gelmesinden ve hesabının da çatır çatır sorulmasından korkuyorum. Ne yaparsınız, gericilik işte!

Evet, gerçekten zorlu bir yol bu; bir yanda -ister gönülden inanarak isterse de öyle görünerek- ovadaki kuzularla birlikte dolaşmak; diğer yanda ise dağdaki kurtlar kadar yalnız olmak...

Kimileri direniyor, kimileri ise büyük bir hızla dönüşüyor. Sonuçta herkes kendi tercihini özgürce yapıyor. İşte, yukarıda dile getirmeye çalıştığım bakış açısı da benim gazetecilik ve yazarlıktaki özgür tercihimdir. Üstad Necip Fazıl'ın her okuduğumda tüylerimi diken diken eden şu ünlü dizeleri, bu uzun ve -genellikle- yalnız yürüyüşte yegâne yol arkadaşım olmaya devam edecek:

"Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem"

Önemli not: "Kurtlar Vadisi" -ne mutlu ki- dün akşam bitti. Bu eşsiz dizinin sona erişi vesilesiyle, iki hafta önce kesmeyi vaad ettiğim koçu yarın kurban edeceğim ve etini de İstanbul'da hemen yakınlarında ikamet etmekte olduğum İkitelli mahallesinin yoksul insanlarına dağıtacağım. Kesim sırasında -yanımda bulunmayı çok istedikleri için- benimle aynı duyguları paylaşan bir grup okurum da olacak. Adak törenimizle ilgili hatıra fotoğrafını gelecek hafta bu sayfada bulabilirsiniz.


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi