T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 30 MAYIS 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


RUH-KÖKÜNE SAHİP ÇIKMADAN ASLA!

Bugün düşünce gündemimize, Türk toplumunun geçirmekte olduğu köksüz, yönsüz ve tabansız değişimin sosyolojik fotoğrafını çeken nefis bir makaleyi alıyoruz. Türkiye Yazarlar Birliği'nden "Deneme Ödülü" alan Berat Demirci'nin, ne denli keskin bir gözlemci, imajinatif bir sosyal teorisyen olduğunu gözler önüne seren metni, "Beyaz Türkler" kavramsallaştırmasının içinin nasıl doldurulabileceğini de gösteriyor bize.

Demirci'nin "kıro" ve "burjuvazi" sözcüklerinden ürettiği "kırovazi" terkibi, etnik bir terkipten çok, sosyo-kültürel bir terkip. Bu terkibin, ilk bakışta, rahatsız edici olduğunu söylemeliyim. Ama metni dikkatle okuduğunuz zaman, Demirci'nin etnik kimlikler üzerinden değil, asaletini yitirmiş, tarihsiz, hafızasız Türk burjuvazisinin zevksizliği, savrulmuşluğu, kokuşmuşluğu, mafyalaşması üzerinden sosyo-kültürel ve siyasî bir fenomene dikkatlerimizi çektiğini görmekte zorlanmıyoruz.

Türkiye'nin yaşadığı kültür ve medeniyet değişimi, nevzuhûr ve arsız türlü tuhaf "kabileler" arasında kaba ideolojik kılıflara büründürülerek yaşanan yapay iktidar çatışmalarının ve kapışmalarının ortasına fırlatıverdi bizi.

Demirci'nin analizi, köksüz, tarihsiz ve hafızasız sağ ve sol siyasal oluşumların, neden Türkiye'yi tam bir tıkanmanın eşiğine getirdiğini, içerdeki ve dışarıdaki seküler ideolojik çevrelerin çemberlerinin kıskacına alarak, bizi, nasıl iki çapraz ateş arasında bıraktığını göstermesi açısından zihin açıcı. Bu metin, etnik ve ideolojik ön-kabuller ve saplantılardan uzak bir şekilde okunduğunda, bu nefis analizden özellikle elitlerimiz ve "aydın"larımızın çok yararlanacaklarını hatırlatmak isterim.
  (YUSUF KAPLAN)


Derinliksiz ve yapay burjuvazi imparatorluğu (1)

Alışkanlıklarda ısrar hayalgücünün afyonu; alışkanlıklara tapınmak insanlıktan çıkmaktır. Değişmeyen kurumlar kokar, kurumkeşliğin bedeli demokrasinin 'babalar yönetimi'ne dönüşmesi ve mafyalaşmanın kurumlar içinde yerleşmesidir.

  BERAT DEMİRCİ(*)
Bir vakitler rahmetli Cem Karaca sol eliyle göğü yumruklayarak Dadaloğlu'nun "Ferman padişahın dağlar bizimdir!" türküsünü söylerdi. Parkanın içinde büyüdüğünü zanneden tıfıl hayranları da coşkun bir ruh haliyle eşlik ederlerdi. Bir darbe sonrasında vatanını terkeden Cem Karaca, yurt dışından geldikten sonra, bu göçebelerin Osmanlı'ya naralanmalarının temelinde medeni hayata karşı olmalarının yattığını ve o türküyü yorumlayış tarzının yanlış olduğunu söylemişti; tarih bilinci ve sevgisi müthişti. Türk kültürü içerisinde yeri olan her türkü söylenir, ama türkülerin söylendiği bağlamdan çıkarılarak ideolojik maksatlı kullanımı sakattır; Karaca'nın dediği tam anlamıyla buydu. Bu sakat kullanımlar aynı zamanda darbelerle gelen ve milletin düşünme, üretme ve teşebbüs yeteneğini dumura uğratarak sürüleştiren derin dönüşümlerin jenerik müziğidir.

Vergi vermemek, askerlikten kaçmak, kapısının üstüne numara astırmamak, şehre inmemek için direnen konargöçer keyfi uzunca bir zaman kendilerini solcu sananların ciddiyeti olmuştu. Türkiye'de solcu denilen kesimler tarihsizliklerini, asker kaçaklarını, çiftbozanları etrafına top- layarak Osmanlı'ya isyan eden Şeyh, Dede, Ozan, Abdal vasıflı ve çoğu "elifi görse mertek zanneden" sapıklara, hatta eşkıyalara mürid yazılmakla gidermeyi denediler. (1) Bu hava ve "Türkiye halkları" söylemi en çok bugün de başımıza bela olmaya devam eden beynelmilel terör örgütünün oluşmasına yaramıştır. Cem Karaca'yı yurdundan eden darbe dönemi, bölücülüğü şiar edinen ve Dadaloğlu'ndaki Türkmen zarafetinden eser taşımayan kaba, vahşi ve bölücü eşkıyanın teşkilatlandığı dönem oldu.

Darbeler daima bu tür "Dis-fonksiyonel" (2) sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlar hem ekonomik, hem siyasi, hem sosyal açıdan tahripkârdır.

İKİ ÇAPRAZ ATEŞ ARASINDA

Cem Karaca yurda döndüğünde eski hayranları yumuşakça kulvar değiştirmişti. "Dağlar"a sahip çıkmıyorlardı artık, "Türkiye halkları"da demiyorlardı, çoğu ya üniter takılıyordu ya ulusalcı yazılmışlardı ve en az eşkıya kadar da zevksizleşmiştiler. Artık, darbeler post-modern olmuş, post-modern darbelerin türkücüsü yazılan hançere özürlü çocuk da tıfıllıktan çıkarak kartlaşan ve acılaşan ulusalcıların kadife sesli türkücüsü olmuştu; yiğidim, aslanım breh breh breh.

Sol sıçrama yapmıştı ama ters parende vaziyetinde; Cem Karaca'nın protest nitelikli inceliğinden, serhat türkülerinin beyi olan Hasan Mutlucan'ın (3) post-modern ve kötü bir taklidine, üstelik gönüllüce. Post-modern darbenin dis-fonksiyonu ise eşkıyabaşının adada zorunlu ikameti, örgütünü makamından(!) yürütmesi ve tarih boyunca saman altından yürüyen unsurların bürokraside köklü teşkilatlanması ve demokratik meşruiyet ve mesuliyetten uzak, dokunulamaz ve hem de partisiz bir siyaset gücü haline gelişidir.

Bu teşkilatlanmanın sonuçlarını hep birlikte yaşayacağız. Umarım, azınlık muamelesine maruz bırakılan fasih Türkler, ezim ezim yürekleriyle "Söylemiştim" demenin burukluğunu yaşamazlar. Bugünün "olmak ya da olmamak" kavgasının misli görülmedik derecede çetinleştiği dünyasında, halkından uzak duran ve hor bakan bir seçkinler kadrosunun hiçbir ülkede benzeri yoktur. Bunların beylik masaları ve aile kasaları kadar daracık dünyalarının mahkumu olmaya layık olmadığımızı düşünüyorum.

"Çapraz savaş" taktiklerinin en yoğun denendiği bu karartılmış ve korkutulmuş ülkede sözümüzü sonuna kadar söyleyebilmek bile büyük bir lütuf gibi gözüküyor. Her şeyin her vesileyle sokak müsameresine dönüştüğü bu memlekette fikir namusunun ve "ciddiyetin ilanını" dört gözle bekliyoruz. Bu ilan, çocukları marşlarla uyuyan, marşmarşlarla yürüyen, öcülerle büyüyen ülkelerde gerçekleşemez.

DERİNSİZLİĞİN DERİN İKTİDARI

"Ferman padişahın dağlar bizimdir" kafası, medenî hayata geçmek istemeyen göçebe Türkmenlerin hoş bir sitemi olarak algılandığında türkü olarak söylenebilir. Ama isyan havasında söylendiğinde kurucu unsur olan ve daima devleti/devletlerimizi ayakta tutan sebep asabiyesi gücünü sağlayan, fasih Türk'e karşı derin, örtük ve süregelen bir düşmanlık ifadesidir. Tarihsizlik, sağda devlete yarayışlı bir tarih dalkavukluğu, solda ise tarih düşmanlığına dönüşmüştür. Bir tarafta İstanbul'un fethi bir Malkoçoğlu filmi ciddiyetiyle kutlanırken; öbür tarafta Fidel Castro, Şeyh Bedrettin, Bozoklu Celal elele tutuşturularak bizi yeniden dirilten Çelebi Mehmet de dahil tüm geçmişe savaş açılmıştır.

Bozoklu Celal'in keleşleri darbeler içinde pişerek resmî ideolojinin dokunulmazlarını kendi çıkarlarına dokunulmazlık sağlamak için kullanmanın kârını tattılar; bu gücü kaybetmemek için medyadaki keleşlerin gösterdiği celal, derin iktidarın satıhtaki kavgasının özetidir. Bunlar, kimin tayin ettiği aslâ bilinemeyen daimi teyakkuz konjonktürünü en iyi değerlendiren, ipek kravat takarak kendisini kamufle eden kurnaz "kıro"lardır. Hangi makama gelirlerse gelsinler, hepsinin yüzünde ilk parti Alamancıların kesin dönüş yapanlarında rastlanan yapay bir Avrupalılıkla, sistemin cici çocuğu rolünün abartılı teşhiri olan yavrukurt yürüyüşü eleledir. Çapsız, ufuksuz ve derinliksiz "kırovazi" iktidarı ve onlarla işbirliği yapan "ulema" ve kalem erbabı, Türk tarihinin en cahil ve en hırslı dönemini yaşamaktadır. Kurumlarımızda ciddi ve vakur kurmay dehası yerine, her vesileyle sokaklarda "izcisin sen izci kal!" marşları söyleyerek dolaşan yaşlı yavrukurtlar görmek kahredicidir.

TÜRK SOLU: DİKTATÖRLÜK OCAĞI

"Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yok biçende yok / Yiyende ortak Osmanlı" gibi köylü tabiatını anlatan ve açıklayan manilerden, yalnızca vergi kaçırarak ve banka soyarak laylaylom özgürlüğüne kavuşmuş cici 'Beyaz Türk' müteşebbisleri kamufle etmeye yarayan tezler türetmek de, en az "Ferman padişahın dağlar bi-zimdir!" şakiliği kadar şairaneydi ve hamakat yüklüydü. Gözleri tarih olmuş Osmanlı Vergi Sistemi'nin acımasızlığına çevirterek, banka boşaltmak, patron olmak veya patron çanağı yalamanın meşru temelleri böyle atılmıştır. Bu kafa, aynı zamanda bir maniden hareketle Türk köylüsünü serfleştiriyor, bu tezleri burnunun ucuyla okuyan yarı aydın ve çapsız siyasetçi ise şehre göçen serflerin(!) kondukları tapusuz arazileri özgürlük nişanesi olarak değerlendiriyordu. Mani, vergiden bezen köylünün sıradan bir serzenişidir; sosyo-psikolojik temelli bir maniden bir teori üretmek bizdeki sosyalbilimcilerin tarihsizliğinin doğurduğu vahim bir sonuçtur. Vermek zordur ve kendi kafasına bırakırsan kimse vergi vermez, hele köylü hiç vermek istemez; ürettiğiyle kentli kadar yabancılaşmadığı için yetiştirdiği ürün onun canından can, kanından kandır. Hepsi bu.

Çok partili dönemin getirdiği özgürlüklerle beraber, Osmanlı bakıyyesi merkezkaç unsurlar bazen yeraltına da inebilen derin takıyyeciliğinden sıyrılarak, bütünleşme sürecine girmişlerdir. İtilmişlik hissiyatının doğurduğu isyan ahlakı bir müddet sonra sofistike bir dönüşüme uğramış, bütünleşme yön değiştirerek bürokraside hakimiyet ülküsüne dönüşmüştür. Özgürlükçü(!) darbenin "dis-fonksiyon"u Bu darbenin verdiği özgürlüğe sahip çıkan solun, o özgürlüğün türevlerini kestiremeyerek, ardarda gelen gelen balans ayarlarıyla "kırovazi"nin partisi haline gelişidir. Türk Solu diye adlandırılmasının haksızlık olduğunu düşündüğüm bu garabet oluşum, artık halkı değil kurumları kendisini desteklemeye çağırmaktan başka bir özelliği olmayan dar kadrolu ve dar ufuklu bir diktatörlük ocağına dönüşmüştür.

Alexis de Tocqueville'in kolay söylenmediğini zannettiğim "kurumlar, tarihi alışkanlıklardır!" ifadesi ise "kırovazi" muhafazakârlığının kabul etmekte zorlandığı katı bir gerçektir. Alışkanlıklarda ısrar hayalgücünün afyonu; alışkanlıklara tapınmak ise insanlıktan çıkmaktır. Değişmeyen kurumlar kokar, kurumkeşliğin bedeli demokrasinin "babalar yönetimi"ne dönüşmesi ve mafya tipi örgütleşmenin kurumlar içinde kurumlaşmasıdır.

Kurumların mafyalaşması yine sağlam ve adaleti şiar edinen kurum mensuplarının cesaret ve ferasetiyle giderilebilir, aksi Amerikan imalatı Stalinciklerin işbaşına geçişidir, bunlar meşhur Türk düşmanı Stalin'e bile rahmet okutturur.
*Denemeci - sosyal teorisyen

--------------

1 . Bunda Moskova'dan Türkiye'ye yönelik yayın yapan "Bizim Radyo"nun etkisinin olduğunu da zannediyorum. Çünkü bu radyo Türk masal ve efsanelerini anlatırken yamulturdu. "Proleterlerin reisi Köroğlu, kapitalizmin uşağı Bolu Beyi'nin kervanını basarak, ganimeti halka dağıttı..." yahut, "Aslı'nın kapitalist babası, Kerem'in aslıyı görmemesi için başka ellere kaçırdı." gibi replikler bütün hikayelere hakimdi. Çok iyi anladığım, ama ısınamadığım aksanlı Türkçelerinde en önemli husus İstanbul Türkçesine bağlılıktı, Orta Asyalılara okutuyorlardı muhtemelen. Köroğlu ve Kerem ile Aslı hikayelerinin Bolşevik uyarlamalarından çok keyif alırdım, ama bir yandan da içim cız ederdi. Şeyh Bedrettin destanının yazarı da dinliyor muydu acaba ve dinlerken içi cız ediyor muydu? Gerçi bir radyo verdiklerini de zannetmiyorum, zavallı şair Türkiye'den kaçmış, Stalin Rusyasına düşmüştü.

2 . Dis-fonksiyon: Kurumların kendi amaçlarına uygun eylemlerinin, beklentiler dışında ve kontrol edilemez sonuçlar doğurması.

3 . Hasan Mutlucan bize mazimizi hatırlatan serhat türkülerinin en otantik yorumcusudur. Niteliğinin dışında kullanılması kendi tercihi değildir ve serhat türküleri adına üzücüdür.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi