T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 4 OCAK 2006 ÇARŞAMBA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


TÜRKİYE, TARİHİ ROLÜNÜ YENİDEN NASIL OYNAYABİLİR?

Türk ordusunun Avrupa yürüyüşü
1. Bölüm

Foreing Affairs dergisinde yayımlanan dikkat çekici makalenin çevirisinin ikinci bölümünü bugün yayımlıyoruz; son bölümünü ise, Cuma günü yayımlayacağız.

Bu makalede, Türk ordusunun AB'ye hiç de soğuk bakmadığı, aksine, Türkiye'nin AB üyeliği meselesinde kilit rolün askerler tarafından oynandığı vurgulanıyor. Bu, Türkiye'de kamuoyu tarafından çok fazla bilinmeyen, ancak bilenlerin bildiği bir gerçektir. Türkiye'nin sivil ve askerî elitleri hâlâ yenilgi psikolojisini üzerlerinden atabilmiş değiller: Hâkim güç/ler/le birlikte hareket etmediğimiz zaman, "Türkiye'nin işinin bitirilebileceği" vehmi hâlâ hükümfermâ.

Oysa Batılıların Türkiye'den istedikleri tek şey var: Türkiye, aslâ yeni bir medeniyet iddiasına kalkışmamalı ve Batı yörüngesinden çıkmamalı. Türkiye'nin seküler elitlerinin de yenilgi psikolojisi ve "yok ediliriz" vehmiyle paylaştıkları bir fikirdir bu. Ancak şunu bilelim: AB projesi, Türkiye'nin desteği olmadan, sınırları Balkanlarda bitecek ve aslâ gerçekleşmeyecek bir projedir. İkincisi, ABD, Türkiye'nin desteğini arkasına alamadığı sürece Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu'da (yani Osmanlı coğrafyası'nda) aslâ hâkimiyetini koruyamayacaktır. Bunları Batılılar çok iyi biliyorlar; o yüzden seküler ve Batılıların güdümünde ve Batılıların projelerini uygulayan bir "figüran" rolü biçiyorlar bize ve bizim aslâ bölgenin geleceğini belirleyici bir aktör rolüne soyunmamızı istemiyorlar. Türkiye'nin yapması gereken şey şu: Her hâl ve şartta AB'nin de ABD'nin de küresel bir aktör olmasının yolunun Türkiye'nin vereceği destekten geçtiğini bilerek; Türkiye'nin AB ve ABD ile ilişkilerini koparmadan, yeni bir dünyanın, yeni bir medeniyet hamlesinin gerçekleştirilmesi için üzerine düşen tarihî rolü hayata geçirmenin yollarını araştırması ve hazırla/n/masıdır.
(YUSUF KAPLAN)


Türk ordusunun Avrupa yürüyüşü

  • ERSEL AYDINLI, NİHAT ALİ ÖZCAN VE DOĞAN AKYAZ*
    Nihayet, 1990'ların sonlarına gelindiğinde, Türkiye'nin sivil ve askerî elitleri, daha uygun roller üstlenecekleri ve arkasından gidecekleri bir dava buldular: Türkiye'yi AB üyeliğine hazırlamak. Avrupalılar, Türkiye'nin AB'ye alınmaya uygun olmadığı konusunda belirsiz bir tutum takınmaya başlayınca, zaten 40 küsur yıl ite kaka ilerleyen Türkiye'nin AB üyeliği süreci, Türkiye'nin AB ile ilişkileri, 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde handiyse donma noktasına geldi. Ancak AB liderleri, Aralık 1999'daki Helsinki Zirvesi'nde sonunda Türkiye'nin üyeliğe "tam yeterliliği"ni onayladılar; böylelikle Türkiye'nin üyelik başvurusunu, diğer aday ülkelerin düzeyine çıkardılar.

    AB'NİN TALEPLERİ VE ASKERLERİN TAVRI

    Avrupalılar, resmî ve gayr-ı resmî dökümanlarda ve müzakerelerde, Türk siyasetinde askerin rolünü sürekli olarak eleştiriyorlardı; ancak ordunun reforme edilmesi konusuna ilişkin görüşmeler 1999'a kadar başlamamıştı. O zamana kadar AB ülkeleri, Türkiye'deki sivil-asker ilişkilerini, ülkenin düşük demokratik standartlarının genel bir yansıması olarak görüyorlardı ve o yüzden, Ankara'ya, demokratikleşme sürecini hızlandırma, azınlık haklarını genişletme ve ekonomik liberalleşme programını hayata geçirme tavsiyesinde bulunuyorlardı.

    Ancak Brüksel, 1990'larda Türkiye'den, devletin demokratik ilkelere ve insan haklarına saygı duymasını öngören Kopenhag kriterlerine uygun hareket etmesini aktif olarak talep etmeye başladı. Sözgelişi, Türk ordusunun sivil kurumlara olağandışı müdahalelerde bulunma girişimlerine son verilmesini ve özellikle de, MGK üzerinde ordunun gölgesinin kaldırılmasını istedi. O zamandan itibaren, AB liderleri, yalnızca Türk ordusunun, kurumsal fonksiyonlarını reforme etmesi değil, aynı zamanda, etnik farklılıklar konusundaki hassasiyetini revize etmesi ve Türkiye'nin çok kültürlü karakterini yansıtacak gerekli değişimlere izin vermesi beklentisi içine girdi.

    AB'nin talepleri, genellikle, sivillere, ordu üzerinde daha fazla kontrol yetkisi verilmesi meselesi üzerinde yoğunlaşıyor. Bunlar arasında, MGK'daki sivillerle askerler arasındaki güç dengesinin [siviller lehine] değiştirilmesi; ülkenin karşı karşıya kaldığı tehditleri tanımlayan MGK bildirilerinin siviller tarafından hazırlanmasına izin verilmesi; askerî harcamalar, atamalar ve ordudan atmalar konusunda sivil yetkililere süpervizörlük yetkisinin tanınması; askerî olmayan kurullardan asker temsilcilerin uzaklaştırılması ve askerî mahkemelerin sivillerin denetimine tabi tutulması gibi talepler yer alıyor.

    ASKERLERİN ZİHİN YAPISINDA DEVRİM

    Genel olarak söylemek gerekirse, AB reformları, askerlerin zihin yapısında adeta bir devrim yapılmasını öngörüyor; askerin geleneksel olarak ülkenin korunması misyonunun geniş bir şekilde yorumlanmasından vazgeçilerek daha spesifik bir şekilde yeniden tanımlanmasını gerektiriyor. Özellikle dikkat çekici ve zorlu olan talep, AB'nin Türkiye'den ve dolaylı olarak da ordudan, askerlerin uzun zamandır korktukları fay hatlarını, yani ülkedeki farklı katmanları tanımasını ve ona göre hareket etmesini isteyen taleptir. AB'nin talepleri, ordunun, kapılarını dinî, etnik ve mezhebî farklılıklara kaçınılmaz olarak açmak zorunda kalacağı; dolayısıyla bütün bunların yılların çabası üzerine inşa ettiği hiyerarşik yapısını tehdit edeceği anlamına geliyor.

    Helsinki Zirvesi, Türk siyasî elitlerine, Türkiye için büyük bir fırsatın yeniden doğuşu olarak gözüküyor. 1999 yılında, Türkiye'nin en önde gelen politikacıları, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve Anavatan Partisi lideri Mesut Yılmaz'dı. Bu siyasetçiler, AB ile ilişkileri başarılı bir şekilde yeniden canlandırmak ve AB üyeliğine giden yolu açmak için, ayrılıkçı şiddet örgütü PKK'ya karşı verilen mücadelede hükümetin yürüttüğü politikalarda, Yunanistan'la ilişkilerde ve Türk devletindeki güç yapısı'nda bazı radikal değişiklikler yapmak gerektiğini fark etmişlerdi. Ve bu meselelerde ilerleme kaydedebilmek için TSK'nın desteğini almak gerekiyordu.

    ORDUYA GÖRE TEK STRATEJİ, AB ÜYELİĞİ

    Allah'tan ki, tıpkı sivil yetkililer gibi, Türk ordusu da, Türkiye'nin AB üyeliğini destekliyordu. Askerlere göre, Türkiye'nin AB üyeliği, yalnızca Türkiye'nin modernleşme sürecinde taçlandırıcı bir başarı değil, aynı zamanda, ülkenin karşı karşıya kaldığı bazı zorlu sorunlara da cevap bulunmasını sağlayacak önemli bir adımdır. Bu, büyük stratejilerden sadece biri değil; aksine, ülkenin önündeki zaten çok az ve yetersiz sayıdaki seçeneklerin en iyisidir. Aslında, Türk ordusuna göre, AB üyeliğinin tek gerçek alternatifi, bu zorlu sorunlarla tek başına başa çıkabilmektir. Ki bu, başarısızlıkla sonuçlanabilecek bir seçenektir; ya da en fazla, ülkenin etkileyici sosyal, ekonomik ve siyasî gelişmesini olumsuz yönde etkileyebilecek tutarlı bir seçenek değildir. AB üyeliğinin, Türk elitlerini ve toplumu büyük bir fırsatın etrafında toplayacağı ve ülkenin derin çatlaklarını aşabilme sürecinde büyük bir uzlaşma sağlayacağı umulmaktadır.

    Helsinki kararlarından hemen sonra, dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, TSK'nın Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediğini şu cümlelerle ilan etmişti: "AB'nin Türkiye hakkında vereceği kararın Türk milletinin yararına olacağına inanıyoruz. O yüzden bunu, bütün kalbimizle destekliyoruz." Kısa bir süre sonra, Türkiye-AB ilişkileri, MGK toplantılarında en fazla tartışılan konulardan biri hâline geldi ve MGK bildirilerinde AB üyeliği "millî hedef" olarak deklare edildi.

    ZORLU VE ENGEBELİ BİR YOL

    Ne var ki, bu karar, TSK'yı zor bir pozisyona soktu. Bir yandan, TSK'nın AB üyeliğini desteklemesi, ülkenin modernleşmesinde öncü olması gibi tarihî rol'le uyumluydu. Atatürk'ten itibaren, seküler değerlere uzunca bir süredir bağlı olan TSK, Osmanlı'nın çöküş yıllarından itibaren, bütün reform hareketlerinin arkasındaki yegane itici güçtü. Gerçekten Avrupalı bir orduya doğru gidiliyor olması oldukça câzip bir şeydi.

    Öte yandan, Brüksel'in taleplerini yerine getirmek, TSK'nın Türkiye'de istikrarı ve güvenliği sağlama misyonunu gerçekleştiriş biçimini büsbütün altüst edecekti: O yüzden, her şey kendi hâline, zamana bırakıldı. Türk ordusunun zaman zaman takındığı AB'ye direnen yaklaşımı, TSK'nın AB üyeliği konusunda temelde belirsiz bir tavra sahip olmasından değil, bazı AB politikalarına karşı önemli ölçüde duyduğu güvensizliğin yarattığı iç gerilimlerden kaynaklanıyordu.

    Ama pragmatizmin, hâlâ güçlü bir itici güç olduğu ortaya çıktı ve bu, şimdiye kadar orduyu reformlara uygun hareket etmeye ikna etti. AB reformlarının hayata geçirilmesini sağlayan en önemli argüman, TSK'nın Türkiye'nin AB üyeliğine giden zorlu ve engebeli yolun, Kürt sorunu, yükselen İslâmcılık, Yunanistan'la kötüleşen ilişkiler, kronik ekonomik zorluklar, ABD'nin Irak politikalarını desteklememek ve Türkiye'nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nın dışında kalma ihtimali gibi ülkenin ana problemlerine cevap üretebileceği argümanıydı.

    Hepsinden de önemlisi, 1999 yılına gelindiğinde, onyıllar süren çabadan sonra Kürt ayrılıkçılığı, Marksist aktivizm, radikal İslâmcılık ve aşırı-milliyetçilik gibi çeşitli iç tehditleri ortadan kaldırma konusunda başarısız kalması nedeniyle Türk ordusunun "gerginliği"nin sürekli artması ve cesaretinin zayıflamasıydı. Bütün bu girişimler, yalnızca Türk ordusunun gerilimini artırmakla kalmadı, aynı zamanda, kurumsal bütünlüğünü de tehdit etmeye başladı.

    SİVİL ÇÖZÜM'E DESTEK

    Sonuçta, 1990'ların sonuna gelindiğinde, Türk ordusu, bu tehditler konusunda sivillerin çözüm önerilerini dikkate almaya daha fazla hazır hâle geldi. Askerlerin özellikle PKK'ya karşı çeyrek asırdır yürüttükleri mücadelede gelinen nokta, generalleri, daha farklı bir yaklaşımı benimsemenin zamanın geldiğine ikna etti. Bu düşük-ölçekli çatışma, askerleri, Türkiye'nin sınır bölgelerindeki ücra yerlerde yaşayan halkla doğrudan temasa zorlamıştı. Askerî eğitimlerinin ilk günlerinden itibaren birlik sloganlarıyla indoktrine edilen askerler, 300 bin askeri Türkiye'nin Güneydoğu bölgesine konuşlandırınca dil açısından, ideolojik olarak ve kültürel bakımdan heterojen bir ülkede yaşadıkları gerçeğiyle yüzleştiler. Dolayısıyla, ordunun safları arasında bile homojen bir ülke fikrini dillendirebilmek sürgit zorlaşmaya başladı.

    AB üyeliği bu sorunlara bazı cevaplar üretebilirdi. Her şeyden önce, AB üyeliği, Türkiye'ye ekonomik yararlar sağlayacak; bu da, Ankara'nın terörle mücadelesine ve ülkenin siyasî ve coğrafî bütünlüğünü korumasına dolaylı katkıda bulunacaktı. İkinci olarak, Türkiye, AB üyeliğine doğru adım adım ilerlerken, Avrupa ülkelerinin PKK'ya, özellikle de PKK'nın silahlı kanadına verdikleri destek azalabilirdi. Zira meşruiyet sorunu halletmeden ve önemli bir dış destek olmadan, PKK'nın silahlı mücadelesini sürdürebilmesi artık zor olacaktı.

    "TEK ÇÖZÜM: AB ÜYELİĞİ"

    Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, AB üyeliği süreci, Kürt meselesini çözüme kavuşturacak bir çerçeve sunuyordu. AB, PKK ile öncelikli olarak Türk politikacılarının ilgilenmelerini şart koştuğu için, bu durum, Türk ordusunu, uzunca bir süredir mücadele ettiği bu zorlu [thorny=dikenli] görevden ve ayrılıkçılarla varılacak anlaşmayı resmî olarak onaylama işinden azat ediyordu. Böylelikle, Türk toplumunda bir hayli popüler olan Türkiye'nin AB üyeliği meselesi, TSK'nın, ayrılıkçılarla savaşırken hayatını yitiren askerlere ihanet etmeksizin PKK-destekli Kürt haklarına ilişkin reformları sessizce desteklemesine izin veriyordu.

    1999 yılı, diğer meselelerde de dramatik değişiklikler yapılması için uygun bir zamandı. Başından beri rahatsız eden yükselen İslâmcılık meselesi, askerlerin uzunca bir zamandır önemsedikleri Yunanistan'ın AB-kaynaklı gücünün dengelenmesi sorunu, artan bir şekilde stratejik bir yalnızlığa itilebilecekleri korkusu ve tırmanan ekonomik krizler, Genelkurmay'ı gerçekçiliğe zorladı.

    * Foreing Affairs dergisinde yayımlanan yazı.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi