T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 3 ŞUBAT 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


ARIZA ÜRETME MAKİNASI...

Dünyaca ünlü birkaç sosyal teorisyenimizden biri olan Şerif Mardin, Türkiye'de "entellektüel" yok, sadece literati (okumuş-yazmış kişiler) var dediği zaman hiç kimseden hiç sesçıkmadı. Ben bunu oldukça anlamlı buldum; çünkü Türkiye'de her konuda ahkâm kesen ve adına "entellektüel" denen figürün bol miktardaki örnekleri, tepki vermemekle, Şerif Mardin'in gözlemini ânında doğrulamış oldular!

Tabiî bu, gülünecek bir durum değil, acınacak bir durum. Türkiye'de adına entelijansiya dediğimiz figürün en temel problemi, sınırları içinde yaşadığı ülkenin temel problematiğinin ne olduğunu anlayamaması! Anlayamaz; çünkü özne değil.

Oysa, özne olmadan varolunamaz ve varlık gösterilemez. Özne olmak ne demek, peki? Başkalarının ürettiklerini tüketmek değil, bizzat kişinin kendisi üretmesi demek.

Asalak değil, asalet ve şahsiyet sahibi olmak demek. Başkalarının yapıp ettiklerini burada, üstelik de bön ve berbat bir şekilde tekrarlamak değil, bizatihi kendisi olarak bir şeyler söyleyebilmek ve söylediklerini yapabilmek demek. Başkalarının yaptıkları tarihte figüran rolü oynamak değil, tarihe, tarihin akışına fiilen aktör olarak müdahale etmek demek.

Özne olamadığımız için tarihte tatildeyiz: O yüzden, tarihi biz yapmıyoruz; Batılılar yapıyor. O yüzden, dünyada olup bitenleri de, Türkiye'de olup bitenleri de anlayamıyoruz. O yüzden, sadece nesne olarak dona-ve-baka kalıyoruz her şeye. Nesneliğe mahkûm oluyor ve nesneliğe mahkûm olmanın neden olduğu türlü taarruzlara maruz kalmaktan, dolayısıyla bu güzelim ülkeyi sürekli arızalar üreten, bizim için değerli olan ne varsa hepsini silip süpüren ve öğüten bir makinaya dönüştürmekten kurtulamıyoruz.

Bugün düşünce gündemimize, genç kuşağın parlak kalemlerinden Fuat Aktaş'ın bir yazısını alıyoruz. Aktaş yazısında, neden özne ve dolayısıyla kendi olamadığımızın traji-komediye dönüşen hikayesini özlü, çapıcı ve zihin açıcı bir dille gözler önüne seriyor. YUSUF KAPLAN


"Kendi" ve "imaj suret" ayrımında Türkiye

Türkiye'nin bugün nereye varmak istediği, hangi medeniyet projesi içinde bulunduğu ve yönelimleri soru işaretleriyle doludur. Bir kaç yüzyıl önce başlayan durum ârızidir. Türkiye'nin gerçekten ağır sorunları vardır. Ancak engelleri başkasının araçlarıyla ve gayretiyle aşamazsınız. Bu sebeple Türkiye, kendisine yüklenmeye çalışılan "imaj suret"inden hemen kurtularak "kendi" olmak zorundadır.

  • FUAT AKTAŞ*
    Şüphesiz tarih boyunca farklı kültür ve medeniyetlerin muhtelif karşılaşmaları söz konusudur. Bu karşılaşmalar çok farklı biçimde meydana gelmekle birlikte, sonuçları itibarıyla düşünsel, kültürel boyutlara doğru genişler ve son tahlilde bir üst dil olan medeniyete kadar ulaşır.

    Dolayısıyla hiçbir karşılaşmayı arka planları ve tarih felsefesi olmadan doğru okumak mümkün değildir. Sözgelimi; Haçlı seferleri, İslâm dünyasının ilk dönemdeki coğrafi genişlemesiyle oluşan karşılaşma ya da Osmanlı üzerinden İslâm ve Batı dünyası arasındaki "modern" karşılaşma bu türden ciddi okumaları gerektirmektedir.

    Öte yandan, kültürler ve medeniyetlerarası karşılaşmalarda çift taraflı bir etkileşim söz konusu olmakla birlikte, meydan okumaları ya da etkileri kendi paradigması içine eklemleyip dönüştürebilen, o etkilerden kendi lehinde bir açılım ve sıçrayış imkanları üretebilen taraf başarılı olur ve kendini yeniden üretir.

    BATILILAŞMA VE ÖZGÜVEN KAYBI

    Türkiye, Osmanlı'nın son dönemlerinden başlayarak bugüne kadar devam edegelen bu "modern" karşılaşmanın açtığı yolda bulunmaktadır. Bu karşılaşma, ilk olarak, Osmanlı'nın her yönden güç kaybettiği, Batı'nın ise güç kazandığı bir zaman diliminde başlamıştır. Bu süreç içerisinde oryantasyon değişimi meydana gelmiş, özgüven yitirilmiş, kendi paradigmasına olan güven zayıflamış, taklitçilik başgöstermiş, orijinallik kaybolmuştur. Öyle ki, yenilen ve gittikçe toprak kaybeden Osmanlı'nın Batı ile bu karşılaşması sonucu, "maddi kayıplar"a çare bulma arayışı, zihinsel, sosyal, kültürel ve nihayetinde paradigmal anlamda bir kopuş, travma ve alt üst oluşa doğru genişlemiştir.

    Bu travma, bugün yeryüzünde yegâne medeniyetin Batı medeniyeti kabul edilmesi gerektiği; dolayısıyla bilgi ve değer üretmenin ancak Batılı bir paradigmanın içinde mümkün olduğu fikrini yaygın bir kabul haline getirmiştir. Böylece yoksulluk, işsizlik, borçlanma gibi sorunların da körüklemesiyle bir yandan zihinsel kopuş ve kayışlar hızlanmakta, diğer yandan dünya ölçeğinde son derece kaba ve primitif yöntemlerle şiddet beslenmektedir.

    Türkiye tam da böyle bir süreçte Avrupa Birliği tartışmaları, ekonomik darboğaz, işsizlik, iç ve dış politikada gelişen olaylar arasında gelgitler yaparak beklemektedir. Belirtilmelidir ki, yaşanan tüm olaylar; gelişmeler, sorunlar, travma, zihinsel kopuş ve kaymalarla bağlantılı olarak birer sonuçturlar.

    Bu sebeple Türkiye'nin ve başta Türkiye'deki kalem erbabının asıl sorunu kendi paradigmasına güvenmemek, özgüven bunalımı, donanım eksikliği ve yüzleşmeden kaçmaktır. Bu bağlamda bir zihinsel berraklığa ulaşıldığı zaman, sorunları çözme ve nerede duracağını görme konusunda da sorunlar yaşanmayacaktır. Artık bugün ısrarla sorunları palyatif tedbirlerle çözmeye çalışma, kendi dinamikleri üzerinde yükselen bir yaklaşımdan uzaklaşma, yüzleşmekten kaçınma görülmektedir.

    ÖZNE OLMADAN ASLÂ!

    Öncelikle şunun altını özenle çizmeliyiz: Türkiye, müslüman bir ülkedir. Bu, slogan olarak değil; bilgi, değer, toplumsal bilinçaltı vb. bir çok açılardan realiteye denk gelen bir tespittir. Ancak batılılaşma süreci, bugün gelinen noktada bununla ilintili tüm bilgi ve değer yığınaklarına bombardıman yaparak toplumsal hafızayı en başta bu noktada zaafiyete uğratmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla toplumun, önünde bir sorun oluştuğu zaman, kendi dinamikleri, paradigması, donanımı, bilgi ve değerine yaslanarak bir özne tavrıyla bu sorunlarını aşmayı denemesi gerekirken; sorunlarını bile başkasının hatırlattığı, kendine yabancılaşmış, değerlerine kuşkuyla bakan bir manzara hâkimdir.

    Öncelikle tarihî ve sosyolojik bir gerçeklik olarak Türkiye'nin sahip olduğu misyonundan kolaylıkla sıyrılması ve kendisine yüklenmeye çalışılan "imaj suret"i içselleştirmesi o kadar kolay değildir. Bunca travmaya rağmen hâlâ toplumsal bilinçaltındaki kodlar ve bunların ortaya çıkardığı refleksler de bunu göstermektedir.

    DİNAMİKLERİMİZİ HAREKETE VE HAYATA GEÇİRMEK

    Türkiye'nin tarihî misyonunu yeniden ve sağlıklı olarak yerine getirebilmesi için şu adımları takip etmesi gerekmektedir: Türkiye, her şeyden önce, kendi paradigmasına yeniden dönmek durumundadır. Belirtilmelidir ki, kendi paradigması içinden konuşmayan bir söylemin çözüm olma, geçerli öneri sunma ve orijinal olma şansı yoktur. Bugüne kadar devam edegeldiği üzere Batılı paradigma içinden konuşarak üretilen söylem ve pratikler palyatif olmaktan öte gidememiş, çözüm üretmek ve sadra şifa öneriler sunmak yerine kaosun, şiddetin ve hatta insan ve toplumun ölümünü sonuçlamıştır.

    ÖZGÜVEN SAHİBİ OLMAK

    İkinci adım; özgüven sahibi olmaktır. Maalesef başta ülke aydınlarının Batı'yı tekrar etmekten öte kendi paradigmaları ile olan ilişkisizlikleri sebebiyle, özgün bir öneri sahibi olmadıkları gerçektir. Önerilerini kendi paradigması içinden ürettiğinde; eleştirilir, itham edilir korkusuyla Batılı söylemlere eklemlenen ve böylece söylediklerini heba eden bir zihniyet hâkimdir.

    Bunun bir sonucu olarak, bir türlü özne olamayan, tarihin dışında kalan, nesneleşen, yönlendirmelere açık bir portre ortaya çıkmaktadır. Bir şeyler yapabilmenin yegâne imkanını "uyum" sürecine bağlamış ve bunun ötesinde paradigmasına yaslanarak, dinamiklerini işleterek açılım yapmak aklına bile getirilmemiş ise, buradan bir "sıçrayış" ve "aşma" çıkması tabii ki imkansızdır. Bu durumu besleyen bir diğer husus da, gücü salt teknoloji, madde ile özdeşleştirerek hareket etmektir.

    İSLÂM'LA VE BATI'YLA YÜZLEŞMEK

    Bu arada belki bir "süreç" olarak ifade edilebilecek iki husus; düşünsel donanımı arttırmak ve en önemlisi Batılı paradigma ile yüzleşmektir. Şüphesiz gerek toplumun kendi paradigmasını sahiplenmesi, özgüveni ve özne tavrını besleyen ve sürekli kılan şey donanımdır. Bu, insanlığın bugün için sahip olduğu tüm birikimleri kapsar. Donanım, okunan kitaplardan elde edilen yüzeysel bir genel kültür ve bilgi yığını değildir. Hele bunları tekrar etmek hiç değildir. Tam tersine, bugün karşı karşıya kaldığımız sorunların farkında olarak sabitelerimizi belirlemek, tarih boyunca oluşan tüm birikimleri bugünkü sorunlarımıza bir menfez açma ya da sorunlarımızı aşmak üzere yeniden okumak ve değerlendirmektir. Varlık, bilgi ve değerler konusunda durduğumuz/durmamız gereken yeri görmek ve üretmektir. Bu, bize aynı zamanda Batı ile düşünsel anlamda yüzleşmemizin de önünü açacaktır.

    Bir kere belirtmek gerekir ki, yüzleşme olmadan bir üst dil geliştirmek, evrensel hale gelmek ve dünya ölçeğinde yeni bir öneri sunmak imkansızdır. Bu yüzleşme, öncelikle Batı'nın düşünsel öncüllerine yönelik ve bütün tarihi, siyasal, sosyal, kültürel süreç ve sonuçları da içine alan bir genişlik ve kapsamda olmalıdır. "Her şeyin iyisi oradadır" mantığıyla bir yüzleşmenin imkanı daha baştan berhava olacaktır. Yüzleşme, aslında bir noktada bundan sonra dünyaya ne teklif ettiğinizin de altını çizecektir. Fakat bu yüzleşme sloganvari, yüzeysel ve karalamaya yönelik değil; kaliteli, gerekçeli, düzeyli olmak zorundadır.

    Türkiye'nin bugün nereye varmak istediği, hangi medeniyet projesi içinde bulunduğu ve yönelimleri soru işaretleriyle doludur. Bir kaç yüzyıl önce başlayan durum ârızidir. Türkiye'nin gerçekten ağır sorunları vardır. Ancak engelleri başkasının araçlarıyla ve gayretiyle aşamazsınız. Bu sebeple Türkiye, kendisine yüklenmeye çalışılan "imaj suret"inden hemen kurtularak "kendi" olmak zorundadır.
    *Fuat Aktaş, Sosyoloji Doçenti.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi