T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 5 ŞUBAT 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Dücane CÜNDİOĞLU

Neymiş, manevî değerlermiş? Hadi oradan!

Dünkü yazımda, 'görme' ve 'işitme' yetileri arasındaki farka işaret etmek suretiyle işitme'nin hayal yetisini harekete geçirmesine mukabil, kötüye kullanımı halinde görme'nin bu aslî yetimizi insafsızca körelttiğinden söz etmiş ve dolayısıyla "görülür olana düşkünlük" gösteren modern insanın başlıca mahrumiyetinin -tek kelimeyle- 'hayal ve tahayyül' olduğunu dile getirmiştim.

Geleneksel kültürümüzde resim ve heykel sanatlarının yokluğunun basitçe bir "dinî yasak"tan kaynaklanmış olmayıp aksine bu konuda bilinçli bir tercihin rol oynadığı -hiç değilse!- ehlince malumdur. Bu bilinçli tercihe asırlar boyunca kuşaktan kuşağa süregelen bir "gönül terbiyesi" eşlik ettiği içindir ki eserleriyle zihnen/fikren irtibat kuramasak bile tarihsel olarak varolmuş sadece bize özgü bir sanattan ve sanat anlayışından bugün kekeleyerek de olsa söz etmek imkânı bulabiliyoruz.

Görme yetisinin kötüye kullanımının günümüzde suret'in mânâ'ya galebe çalmasına yol açtığı çok açık! Ne gariptir ki bugün salt hayal etmek bile insanı yoran, hatta korkutan bir eylem haline gelmiş durumda. Öyle ki dış-duyularının sınırlarına indirgemedikçe eşya ile temas edemeyen modern insanın hayal-hânesi neredeyse hiç ses vermiyor; 'somut' deyince aklına masa, 'soyut' deyince hava geliyor. Sebebi sorulduğundaysa masayı gördüğünü ve ona dokunduğunu söylüyor. Kendisine 'büyük' denmeye görsün, bu sefer hemen aklına ya fili, ya deveyi getiriyor; 'hayal' sözcüğünü hayalet'le, o güzelim 'hayalet'i ise beyaz çarşaflara bürünmüş ecinnilerle karıştırıyor. Ne yazık ki 'manevî' sözcüğünün karşısına bir çırpıda 'maddî'yi yerleştiriyor ve fakat manevî'nin mânâ'dan türemiş olduğunu hatırına bile getirmeyip sözümona "manevî değerler"i sadece dinî ve ahlâkî olanla eş tutuyor.

Dilerseniz, yakın çevrenizde küçük bir anket yapıp 'manevî' sözcüğünün anlamını sorunuz. Tecrübeyle sabit, doğru cevabı alamayacaksınız. (Bu sözcüğün Batı dillerinde gerçek anlamıyla karşılığını bulana aşk olsun!)

Madde'den cismi anlayan yeni kuşaklara, cism'in başka, madde'nin daha başka olduğunu nasıl anlatabilirsiniz? Anlatamazsınız. Hâl böyleyse, 'maddî' ile 'cismanî'yi hiç anlatamayacaksınız demektir. 'Figür'ün bizim dilimizdeki karşılığı şekil, 'form'un karşılığı ise suret'tir. Dileyenler biçim'le, biçem'le uğraşadursunlar, ben bu arada, ehl-i irfanın dilinde suret'in 'cisim' karşılığında kullanıldığını; 'suret'in yerine ise mânâ'nın geçtiğini hatırlatmakla yetineyim.

Neymiş, manevî değerlermiş? Hadi oradan!

Görme'nin tasallutu altında gittikçe güçsüzleşen işitme/duyma/dinleme yetimizin bize kaybettirdiği bedelin (hayâlâtın) miktarına işaret etmek uğruna farklı bir alandan, sinema sanatından bir örnek vermekte yarar görüyorum. Dilerseniz, yönetmen Atıf Yılmaz'ın şu tesbitleri üzerinde biraz düşününüz:

- "Senaryolarımı hep kendim yazıyordum. "Bir Şoförün Gizli Defteri"nde, biraz da Aka Gündüz'ün romanının çağrıştırdığı bir tekniği, ilk kez iç monoloğu kullandım. İç monologlardaki, şoförün oldukça hamasî sözlerinin seyirci tarafından alkışlandığını duyduğumda, ister istemez iç monolog, Türk sineması, Türk seyircisi üzerinde düşünmeye başladım.

Sonuç, ortalama seyircimizin işitme duygusunun, görme (yani görerek algılama) duygusuna göre daha gelişmiş olduğu doğrultusundaydı. Kuşkusuz zaman içinde değişebilirliği olan bu saptamamın temelinde, masallar gibi, destanlar gibi, halk hikâyeleri, Karagöz ve seyirlik oyunlar gibi geleneksel sanatlarımızın tamamen söze dayalı olmaları, göze değil, kulağa hitab etmeleri yatıyordu. Sıradan ticarî filmlerimizin hareketli bir fotoroman izlenimi bırakmasının nedeni de herhalde bu alışkanlığımızdı. Doğru olan, belki bu özelliğimizi düşünmeden reddetmemek, bu ve buna benzer, Batı kültüründen farklı özelliklerimizden yararlanarak yeni taze bir senteze varabilmekti. ("Hayallerim, Aşkım ve Ben", s. 126, İstanbul, 1991)

Sentez'in gerçekleşebilmesi için önce bir tezin ve bir de anti-tezin olması gerekir. Ne yazık ki bugün ortada, tarafları bulunan böylesi bir karşıtlığa tanıklık bile edemiyoruz. Çünkü 'işitme' yetimizle birlikte maneviyâtımız, maneviyâtımızla birlikteyse hayallerimiz ber-taraf olmuş durumda.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi