T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 5 ŞUBAT 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

EKONOMİ-TOPLUM
Mustafa ÖZEL

Osmanlı niçin geri kaldı?

Son günlerde ucu Kalvinciliğe kadar uzanan kapitalizmin ruhu tartışmalarında da aslında aynı sorunun cevabını arıyoruz. Bazı toplumlarda örgütsel üretkenliğin önünü kesen kültürel faktörler hangileridir?

Kapitalizmin ruhuna dair tartışmalar bizi ister istemez bu kadîm soruya götürüyor. Soruyu cevaplandırmaya yönelik teorilerin sürüsüne bereket. Fakat son çeyrek yüzyıla kadar ortaya atılan görüşlerin hemen hepsi 'Avrupa-merkezci'. Sanki binlerce yıllık medenî tarih, sadece Avrupa modernliğini üretmek için seferber olmuş. Modernlikten (kapitalizmden) öncesi, olsa olsa bir çocukluk. İnsanlığın ergenleşme öncesi. Kant bile Aydınlanmayı "çocukluktan kurtuluş" olarak tanımlamıyor mu? İşin içinde bir tür çocukluk var; fakat bu 'üretilmiş', benimsetilmiş bir çocukluğa benziyor. Kapitalist Batı sadece sömürmüyor; bizim için düşünüyor da. İtiraf etmeliyim ki üniversiteye gelinceye kadar ortalama Avrupalı bireylerin (Ruslar ve Japonlar dahil), bizden çok farklı ve üstün varlıklar olduğunu düşünürdüm. Boğaziçi'nde tanıdığım birkaç Amerikalı öğrencinin akıl ve zekâ düzeyinin, diğer Türk öğrencilerden (ben dahil!) hiç de ileri olmadığını gördüğümde çok şaşırmıştım. Daha sonraları Japonları tanıyınca büsbütün afalladım. Koca şirket yöneticilerine basit bir meseleyi kavrattırıncaya kadar akla karayı seçiyorduk.

Seçiyorduk ama, netice de ortadaydı: Batılı ülkeler de, Japonlar da fert başına üretimde bizi ona, yirmiye, otuza katlıyorlardı. Tek tek ulaşamadıkları üstünlüğe topluca nasıl da kolay ulaşabiliyorlardı. Neydi bu işin sırrı?

İşte ucu Kalvinciliğe kadar uzanan kapitalizmin ruhu tartışmaları aslında aynı sorunun cevabını arıyor. Nasıl oluyor da bir takım birey ve kurumlar çok yüksek üretkenlik düzeylerine varabiliyorlar? Tersinden soracak olursak, bazı toplumlarda örgütsel üretkenliğin önünü kesen kültürel faktörler hangileridir? Bu tür sorulara Weber, Sombart, Rodinson, Bellah gibi düşünürlerin nasıl cevap verdiklerini ele almıştık. Bugün Ülgener'in Osmanlı tahlilini irdeleyeceğiz.


Devrimci liberal Sabri Ülgener

Sabri Ülgener devrimci bir akademisyen, liberal bir düşünür ve muhafazakâr bir insandı. Üniversitede devrimcilikten sadece Marksçılığın anlaşıldığı bir devirde, yapı-odaklı değil, insan-odaklı bir iktisat anlayışını savundu. İlginçtir, Marksçı devrimciler küçük gruplar halindeki sokak eylemleriyle Türkiye'nin tüm sosyo-politik yapısını dönüştürebileceklerini düşündükleri halde, dokriner yönden insancı değil, yapısalcı idiler: Yapıları gözlerinde öylesine büyütüyorlardı ki, insan adeta kayboluyordu. Profesör Ülgener insanı, kültürel bir varlık olarak insanı, iktisadî araştırmanın merkezine koydu. Önce insanı tanımalıydık ki, yapıyı ve yapının müstakbel yörüngesini tasavvur edebilelim.

İnsanı tanımak, sadece bugün, burada yaşayan bireyleri tanımak değildi. Yakın ve uzak geçmişiyle, bir kültür varlığını tanımaktı. Ölüler en az yaşayanlar kadar önemli ve kişiliğimizi belirleyici idiler. Türk insanını tanımak için, zaman içinde en az 1000-1500 yıllık bir yolculuğa çıkmak gerekiyordu. Ülgener'in bize miras bıraktığı eserler (Sayar'ın Ülgener portresiyle beraber!), böyle meşakkatli bir yolculuğun sabırla olgunlaşmış meyveleridir.

Ülgener devrimci bir akademisyen, fakat liberal bir düşünürdür. Liberali burada sadece 'serbestî yanlısı' fikir adamı anlamında kullanmıyorum. Liberallik, Avrupa-merkezci tarafgîr bir tarih yorumudur. En mükemmel ifadelerinden birini, Weber'in ünlü Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı eserinin hemen başında bulmaktadır. Meâlen: Kapitalizm ve bir bütün olarak modernlik (Rasyonellik), insanlık tarihinin en muhteşem olayıdır. Onu yaratan insan, niçin sadece (Batı) Avrupa toprağında boy verdi? Weber sosyolojisi bu yönüyle bir ontolojidir.

Anlayamadığım husus şudur: Ülgener, 'Alman ekolü'nden geliyordu. En azından Spengler veya Heidegger gibi isimlere aşina olması gerekirdi. Bunlardan biraz yararlanabilse, Weber'in tarafgîr bakışına esir olmazdı. Anlardı ki, Weber'in sorusu, modernliğin içinden sorulmuş bir sorudur. Kapitalist 'medeniyetin' hem mükemmel bir insanlık durumu, hem de adeta ölümsüz bir sosyal sistem olduğu varsayımına dayanmaktadır.

Weber'in 1905 yılında bu tarzda düşünüyor olması normaldir. Ne de olsa, Almanya dahil 'emperyal' Avrupa devletleri yer yüzünün beşte dördünü kendi aralarında paylaşmışlardı. Avrupalılar, kendilerini Olimpos Dağı'ndan ateşi çalıp getiren Promete'ye benzetmekte mazurdular. Problem, Ülgener veya başka bir Avrupalı olmayan bilginin, üstelik Weber'in ölümünün üzerinden iki nesil ve bir dünya savaşı geçtikten sonra, soruyu hâlâ aynı cümlelerle tekrar edip buna cevap arıyor olması düşündürücüdür.

Ülgener geç kalmıştı

Büyük düşünürler cevaplarıyla değil, sorularıyla büyüktürler. Ne İbn Haldun sosyal gelişmenin tatminkâr 'yasalarını' keşfedebilmişti, ne Marx, ne Weber. Fakat üçüne de sosyoloji ilminin kurucuları pâyesini verebiliyoruz. Çünkü soruları yerinde ve zamanında sormuşlardı. Ülgener ise geç kalmıştı. İlginçtir, bir yazısında, iktisatla uğraşanların hep böylesi azizliklere uğradıklarını söylemektedir:

"İktisat teorisiyle uğraşanların, temelde hemen hiç değişmeyen bir alınyazısı vardır. Belli bir konu üstüne eğilip de teorik izahın zirvesine tırmanıldığı sırada, hadisenin kendisi çoktan değişmiş oluyor. Konunun araştırıcı üzerinde böylesine 'azizliği' her halde sosyal olayın tabiatı icabıdır. Bir Marx, kapitalist sürecin değişmez kanunu olarak temerküz hadisesini kâğıt üzerine döktüğü sıralarda, bizzat kapitalist gelişmenin apayrı bir istikamette yol almaya hazırlandığını elbette fark etmemişti."

Marx'ın başına gelen, Ülgener'in de başına geldi. Özellikle 1970'lerden sonra yapılan tarih ve sosyoloji çalışmaları, Weberyen yaklaşımı sevimsiz bir hatıra gibi gerilerde bıraktı. Webergil kuramların iddia ve imalarının aksine, Osmanlı ekonomisi durağan, Osmanlılar da küresel ticaret ağlarının dışında değillerdi. Özellikle Braudel'in Osmanlı İmparatorluğu'nu sadece hegemonya mücadelesi bakımından değil, aynı zamanda iktisadi ilişkiler bakımından da Akdeniz dünyasının bütünleyici parçası olarak resmetmesinden sonra, bu büyük sosyal varlığın dünya tarihinde tuttuğu yer tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin gündemine girdi. Siyasi olduğu kadar iktisadi bakımlardan da Osmanlılar Avrupa dramasının pasif seyircileri değil, bağımsız ve tutarlı eylemleri olan muktedir oyunculardı.


İmparatorluk ekonomisi dinamik ve başarılıydı

Barkan, İnalcık, Faruki, Genç, Sahillioğlu, Tabakoğlu gibi seçkin araştırmacıların omuz verdiği Osmanlı tarih çalışmalarının ortaya çıkardığı sonuçlar, sadece eski tezleri gözden geçirmemize değil; yeni tezler ortaya sürmemize imkân vermektedir. On maddelik bir beyannâme ile yetinelim:

(1) Osmanlı'nın siyasi ve ekonomik kararları 'modern' Avrupa'nın oluşumundaki en büyük faktörlerin başında gelmektedir. Osmanlılar, Venedik ve onun o devirde Avrupa'ya hakim müttefiki Habsburglara karşı çetin bir mücadele verdikleri dönemde, daha önce Venedik'i yanlarına çekmek için verdikleri imtiyazların benzerini Fransa, İngiltere ve Hollanda'ya da tanımakta tereddüt etmediler. Bu Osmanlı reoryantasyonu, yükselmekte olan Batılı ulus-devletlerin başlangıçtaki merkantilist/kapitalist gelişmeleri bakımından bir dönüm noktası teşkil etti.

(2) Osmanlılar 16. yüzyıl dünya ticaretinde belirleyici bir rol oynadılar. İmparatorluğun Volga nehrinde, Akdeniz'de, Azerbaycan ve Hazar Denizi'nde, Yemen, Aden ve Diu'da, Sumatra ve Mombassa'daki girişimlerinin hepsinin ekonomik içerimleri vardı. Osmanlı askeri harekatları iktisadi-fiskal meselelerle yakından irtibatlıydı: Tebriz-Bursa ipek yolunun, Akkerman-Lvow yolunun, İstanbul'un ihtiyacı için Karadeniz gıda ve inşaat malzemeleri kaynaklarının, Hind ticareti için Yemen ve Aden'in kontrolü gibi.

(3) Osmanlılar, Portekizlilerin Hint ticareti üzerinde tam hakimiyet kurmasını engelleyen yegane siyasi/askeri güç idiler. Mısır ve Suriye'nin fethinden başlayarak Bağdat, Basra, Aden'in fethi ve Hint Denizi'ne düzenledikleri seferlerle Osmanlılar dünya ticaret yollarındaki değişmenin Yakın-Doğu üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak ve Doğu transit ticaretinin deniz yolu ile Batı'ya akmasını önlemek için yarım yüzyıl mücadele ettiler. Neticede Portekizlileri kovup Hint Okyanusu'na yerleşemediler, fakat transit ticaretini tekrar Yakın-Doğu'ya yöneltmekte büyük ölçüde başarılı oldular. Güneyde Portekiz'e karşı bu başarılı mücadelelerini, kuzeyde Don-Volga cephesinde Ruslara karşı da sürdürdüler. Her iki yanda da tam bir başarı kazanamasalar da, Rusların da, Portekizlilerin de hesaplarını alt üst ettiler ve meydanı onlara bırakmadılar.

(4) Osmanlılar verdikleri kapitülasyonlar karşılığında kendi tebaalarının dışarıda korunmasını teminat altına almayı, bu yolla iktisadî bir avantaj elde etmeyi ihmal etmediler. Özellikle gayrımüslim Osmanlılar (Yahudi, Ermeni, Rum ve Slavlar) bundan istifadeyle daha 15. yüzyılda Venedik, Ancona ve Lvow'da tüccar kolonileri kurmuşlardı. Dışarıdaki Osmanlı kolonileri Müslüman Türkleri ve hatta İranlıları da içeriyordu. 16. yüzyılın ikinci yarısında Venedik'teki Müslüman kolonisi öylesine büyümüştü ki 1592'de kendi kervansaraylarına (Fondaco dei Turci) bile sahiptiler.

(5) İmparatorluk-içi ticaret de, son devirlerinde bile, imparatorluğun ekonomik hayatında hayatî bir rol oynuyordu. Marx ve Weber paradigmalarının aksine, Osmanlı köyü şehirden bağımsız, kendine-yeterli bir sosyal entite değildi. Çok erken bir dönemden beri para ekonomisi Osmanlı dünyasında gayet yaygındı. Kasaba ve kentlerin içinde ve çevrelerinde küçük ölçekli, ancak yoğun kredi ağları ilişkileri gelişiyordu. Zanaatkarların, tüccarın yanısıra, köylüler ve göçerler de para kullanıyorlardı. Osmanlı sosyal sisteminde tüccar, köylülerin, esnafın ve hatta bir kısım askeri zümre mensubunun da üstünde bir itibara sahipti.

(6)Tüccar devletten kasıt, birikmiş servetinin bir kısmını kâr amaçlı ticari girişimlere yatıran; elit askeri zümreleri de bu şekilde davranan; ticaret gelirleri için başka devletlerle bilinçli olarak rekabete girişen; dış siyasetini kolonizasyon ve tarımsal gelir temininden ziyade, ticarî gelir kaynaklarının denetimini elde etmek maksadına matuf olarak biçimlendiren devlet ise, Osmanlı devleti iktisadî niyetleri bariz bir tüccar devlet idi! Osmanlı donanmasının gelişimi, onaltıncı yüzyıl güçler dengesinin biçimlendirilmesi bakımından çok önemli bir faktördü. Osmanlılar Avrasya ticaret modellerinin mirasçısıydılar.

(7) Osmanlı imalat sanayiinin yerel ve uluslararası şartlara başarıyla intibak eden bir iç dinamiği vardı. Tıpkı erken modern Hint ve Çin ekonomileri gibi, Osmanlı ekonomisi de daha önceleri varsayılandan çok daha dinamik bir yapıdaydı. Dış talebin ortaya çıkardığı meydan okumalara başarıyla cevap veriyordu. Mesela, Bursa sanayii bir yandan kâr baskısının, diğer yandan emek arzındaki yetersizliğin zorluklarına rağmen, ayakta kalabiliyordu. Bu, Osmanlı imalatçılarının pek edilgen olmadıklarını, kapitalist dünya-ekonomiye 'eklemlenme' tezinin eski versiyonlarının ileri sürdüğünden çok daha yüksek bir intibak yeteneğine sahip olduklarını göstermektedir.

(8) Osmanlı imalat sanayiinin Avrupa rekabeti karşısında 'çöküşü' de problemli bir görüştür. Bu konudaki en yetkin araştırmacılardan biri olan Donald Quataert, kitabının sonuç bölümüne 'Çöküşün Çöküşü' altbaşlığını uygun görüyor! "(19. yüzyılda) Avrupa imalatı tarafından alaşağı edilen bir Osmanlı dünyası karşısında değiliz. Vakıa, büyük ölçüde mekanize-olmayan örgütlenme biçimlerine dayalı, şehirlerde ve köylerde kurulu yaygın ve güçlü sanayi faaliyetleri her yerde kendilerini göstermektedir."

(9) Osmanlı ahalisinin ticari/sınai işyapma kabiliyetlerine dair son iki yüzyılda geliştirilmiş Oryantalist tezler hurafeden ibarettir. Bernard Lewis, modern Türkiye'nin doğuşunu incelediği eserinde Türklerin sadece dört mesleğe aşina olduklarını söylüyor: Memurluk, savaş, din ve tarım. Bu, 'Aryan Model'in yirminci yüzyıla yansımasıdır. 1840'lardan itibaren Avrupa için yeni bir tarih yazan Grekofiller, daha önceki yüzyıllarda Osmanlı mülkünü dolaşıp son derece tarafsız gözlemlerde bulunan seyyahların aksine, (onların gözlemlerini bile kasıtlı biçimde çarpıtıp) Osmanlı mülkündeki meslekî uzmanlaşmayı tamamen müslim tebaanın aleyhine yorumladılar. Çoğu 19. asır gözlemcileri sadece İstanbul, İzmir ve belki Selanik'i dolaşıp, oradan imparatorluğun her yanı ve bütün devirleri için hayali genellemeler yaptılar. Genel olarak, Avrupa ile yapılan ticaret giderek gayrımüslimlerin eline geçerken; İran, Suriye ve Hint ticareti ve imparatorluk-içi ticaret Müslüman tüccarın elinde kalmaya devam etti.

(10) Osmanlı hükümeti, en azından kendi savunma ve savaş ihtiyacı için gerekli ürünleri hasıl edecek olan sanayi hamlelerinden uzak durmadı. Edward Clark, 1840'ların bu bağlamda hakiki bir Osmanlı sanayi devrimi ümidi oluşturduğunu söylemektedir. 1930'larda Atatürk Türkiye'sinin giriştiği devletçi sanayileşme hamlesinin kökleri 1840'ların sanayileşme çabalarında yatmaktadır. Osmanlı imalat sektörünün rekabet gücünü azaltan en önemli faktörlerden biri, kaliteden taviz verilmemesiydi!

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi