T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 27 ŞUBAT 2006 PAZARTESİ | ||
Türkiye'de darbelerin en önemli nedenlerinden, müttefiklerinden, kavga alanlarından biri üniversiteler olmuştur. 27 Mayıs darbesine en güçlü davetiyeyi üniversite öğrenci veya öğretim üyelerinin hareketleri çıkartmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ise üniversitelerden davetiyeyi kendileri, tersinden üretmişlerdir. Öğrenci hareketleriyle oluşan kaos ve anarşi ortamı askeri darbe için gereken mazereti fazlasıyla sağlamıştır. Bu kaos ve anarşinin oluşumuna darbecilerin hangi yollarla nasıl katkıda bulundukları herkesçe bilindiği halde kimse bir anayasal suç olan darbenin bu emr-i vakiyle meşrulaştırılmasını ciddi anlamda sorgulayamamıştır. 28 Şubat süreci ise belki de en büyük desteği, üniversiteleri temsil makamına bir şekilde tayin edilmiş bir akademik oligarşiden celp etmiştir. 28 Şubat kavgası bir çok cephede sona erdiği halde, asla bilim adamlarını temsil etmeyen bu oligarşik yapı, tek başına kavgayı sürdürmektedir. Bugün toplumsal taleplerin en yoğun olarak yönelmiş olduğu yer üniversitelerdir. Oysa bu alanda toplumun ihtiyaç duyduğu bütün yeniliklere inatla direnen bu yapı, iktidar olgusunun çok sınırsız-sorumsuz tezahürlerinden birini de sergiliyor Kuşkusuz bu akademik oligarşi 28 Şubat sürecinde oynadığı rolle, en büyük darbeyi üniversitelere, üniversitelerin akademik özerkliğine vurmuştur. Üniversiteler bu süreçte özgür ve özerk bilim araştırma kurumları olmaktan çıkmış, en kaba ideolojik aygıtlara dönmüştür. Kaba diyorum, çünkü ideolojik aygıtların da çok ince ve ilk bakışta fark edilmeyen ince stratejileri olabiliyor. Türk toplumuna bu açıdan reva görülen kalite de onu aşağılamanın başka bir yolu olmuştur. Bu süreçte birer ikta-sistemi gibi belli gruplara ihale edilen üniversitelerin her düzeyindeki terfi ve atamalarda akademik ve bilimsel liyakatten ziyade uygun yanaşma kriterleri (clientalism) belirleyici olmuştur. Yanaşma kriterleri belirleyici olunca üniversitenin değişik birimlerinde çok farklı kompozisyonlar oluşabiliyor. İletişim Fakültesi dekanlığına bir veteriner, Hukuk Fakültesi dekanlığına bir ziraatçi veya ilahiyatçının atanması gittikçe kimsenin garipsemediği bir hal almaya başladı bile. İletişim ile veterinerlik arasındaki ilişki veya hukuk ile ziraat arasındaki irtibatı kurmak için muhayyilenizi bir zorlayın isterseniz. İlk nerelere takılacaksınız? Ali Bayramoğlu'nun "Mantar ve Dekan" konulu yazısı da bu tuhaflığın daha çarpıcı bir örneğini veriyor. Bayramoğlu, Dicle İlahiyat Fakültesi'ne bir mantarcının dekan atanmasını ve fakülte öğretim üyelerinin buna isyanlarını konu alıyordu. Aslında bu her şeyden önce ilahiyata bakıştaki aşırı kabalığı yansıtan bir durum. Türkiye gibi bir ülkeye İlahiyat fakülteleri lüks, dahası zararlı görülüyor. Mantarla bir şekilde kurulan irtibatta bu açıdan sembolik bir mesaj da okunabilir. 28 Şubat'la birlikte oluşturulan akademik oligarşinin üniversitelerde bilimi dert ettiği yok. İlahiyatın önemini kavramasını, Türkiye'nin gerçek bir millet ve ülke olmasının en önemli şartlarından birinin çok güçlü bir ilahiyata sahip olmasından geçtiğini idrak etmesini bekleyemeyiz. Ama yine de Dicle Ü. İlahiyat hocalarını teselli edecek bir şey söyleyebiliriz. Mantarcı bir dekana sahip olmak köpek-melek ilişkisinde "bunca yıllık hayatı boyunca kendi evine meleğin girdiğini görmemiş" olduğunu "üstelik evinde köpek bulunmadığını" ballandıra ballandıra anlatabilen veya tavuktan, horozdan kurban olabileceğini söyleyebilen bir İlahiyatçı dekana sahip olmaktan evlâ olsa gerek. Biliyorsunuz 28 Şubat sürecinde önü açılan bir tür tele-ilahiyatçı tipi de var. İstediğiniz İlahiyatçı profesör müydü? Dinin en temel mantığını kavrayamamış, hayatında bir bilimsel makale yazamayacak tiplerin bilimsellikten uzak yayınlarının akademik terfiler için yeterli sayılmasıyla bir "ilahiyatçı profesör"e ulaşmak çok mu zor oldu sanki? Mantarcının mantarcı olduğunu biliyorsunuz hiç değilse. Şimdi "siz o dekanın kıymetini bilin" diyeceğim ama ilahiyata dekan olunca insan hakikaten kendini ilahiyatçı zannedip dinle, başörtüsüyle, başı-açık namaz kılmayla ilgili otoriter otoriter ahkam kesebilir. Değişen bir şey de olmaz. O yüzden sabır diyorum. 28 Şubat'ın 10, sene-i devriyesini bitirmesine sadece bir yıl kalmış.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Kültür |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |