|

Bin Hüseyin... Hikayemiz sürüyor

Bin Hüseyin/ Nâm-ı Diğer Battalnâme, isimli kitabı geçtiğimiz günlerde yayınlanan Hasan Aycın, destanların, anlatı geleneğimizin ve hatta tüm birikimimizin işin ehli tarafından yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söylüyor

Hale Kaplan Öz
00:00 - 11/04/2012 Çarşamba
Güncelleme: 21:38 - 10/04/2012 Salı
Yeni Şafak
Bin Hüseyin... Hikayemiz sürüyor
Bin Hüseyin... Hikayemiz sürüyor

Sözlü edebiyatımızın önemli örneklerinden olan Hamzanâme'yi Sahipkıran adıyla romanlaştıran Hasan Aycın'ın bu romanın devamı niteliğindeki yeni kitabı Bin Hüseyin İz Yayıncılık tarafından okura sunuldu. Alt başlığı Nâm-ı Diğer Battalnâme olan roman, en temelde hak ve batıl mücadelesini konu alıyor. Aycın, Battal Gazi destanından hareketle kaleme aldığı romanda, destanı bugünün diline ve akidesine göre tekrar yazdığını söylüyor.

Battalnâme olarak bekliyorduk, Bin Hüseyin adıyla çıktı kitap. Bu, Cafer bin Hüseyin isminin bir kısmı. Adını zikretmiyorsunuz sadece kimin oğlu olduğunu söylüyorsunuz... Neden böyle bir söylenişi tercih ettiniz?

Bin Hüseyin, Hüseyin oğlu demek. O, bin Hüseyin'e bedel bir Hüseyin anlamı da var tabii. Böyle bir çağrıştırma olsun istedim. Bu en başında düşündüğüm bir isim değildi. Başından beri belli olan alt başlığı Battalnâme idi kitabın. Üst başlığı sonradan oluştu.

Sahipkıran'da anlattığınız Hz. Hamza ilk kahraman Müslüman'dı. Cafer Bin Hüseyin'in sembolize ettiği değer nedir?

Hamzanâme, benim bildiğim kadarıyla, hiç basılmamış, şifahi kültürümüzün en önde gelen destanlarından biri. Ve hatta İslami destan geleneğinin ilk örneği. Battalnâme ise bu türdeki ikinci örnek. Benim Battalnâme'den yola çıkarak bir roman yazmak, yani Bin Hüseyin'i yazmak gibi bir niyetim yoktu. Aslına bakarsanız Hz. Hamza'dan hareketle bir roman yazmak niyetim de yoktu. Hamzanâme, birkaç yüzyıl öncesinden kalma bir defter olarak bende var. Yedi İklim'de Cuma toplantıları yapardık o zamanlar ve ben Hamzanâme'yi okuduktan sonra oradaki arkadaşlarıma “Bunları birileri yazmalı, roman yapmalı” diyordum. Herkes “İyi olur” dedi ama yazan olmayınca ben yazdım. Adını Sahipkıran olarak değiştirmek durumundaydım. Çünkü ana metni çok değiştirdim. Folklorik unsurlardan fazlaca yararlandım ama hikaye tarzı, yaklaşım tarzı bize oldukça yabancıydı. En azından benim bugünkü inançlarıma yabancıydı, elden geçmesi gerekiyordu. Bugünkü dille, bugünkü akide dilimizle inanç ve olaylara bakışımızla gözden geçirilip yeniden yazılması gerekiyordu. Battal Gazi'nin destanında da benzer bir durum vardı. Onları elden geçirirken ortadaki anlayışı da elden geçirmek gerekiyor. Yani Battal Gazi'nin destanından yararlanarak bambaşka bir metin ortaya çıkardım.

Sahipkıran ve Bin Hüseyin'in dokusunu irdelediğimizde benzer yönlerinin çok fazla olduğunu görüyoruz. Sizce ayrışan yönleri neler?

Ben o açıdan bakmadım ve ayrışan özellikleri olsun da istemiyorum. Ama üçüncü bir çalışma yaparsam -artık bu destanlardan kopuk üçüncü bir çalışma düşünüyorum- sanıyorum o ayrışma olacak. Ama bir üçleme gibi, bir arada duruşlarını çok da fazla bozmayan bir ayrışma olsun istiyorum. İsmi şimdiden belli ama diğerlerinin aksine ismini söylemeyeceğim. Şu kadarını söyleyeyim: Üstad yine olacak ama biraz daha az konuşacak.

Modern roman tanımına uyan bir metin yazmayı düşündünüz mü hiç. Konusu günümüzde geçen… Eğer böyle bir kitap yazsanız hangi dönemi, neyi konu alırdı?

Neyi yazmak isterdim? Ben öteden beri yaptıklarım nelerse, bundan sonra da onları yapmak bu çizgi üzerinde yazmak istiyorum. Bir sapma olsun, bir başka çalışma yapayım istemiyorum. Bu hem çizgide hem de yazı çalışmalarımda böyle olacak. Belki bunlardan ayrı olarak kısmet olur da yapabilirsem Müşahedat'a devam etmek isterim.

Farklı sanat dalları ile ilgilenen sanatçılardan hep bir mukayese yapması istenir. Ben mukayese yapmanızı istemeyeceğim ama Bin Hüseyin fazlasıyla sinematografik öğe taşıyor. Sanki zihninizde çiziyorsunuz metni bir yandan. Yanılıyor muyum?

Ben roman mı yazıyorum başka bir şey mi yapıyorum bu tartışılabilir. Benim ne yaptığımın çok fazla önemi yok. Hatta yazmamla çizmem arasında bir fark yok. Yazarak ifade etmeye imkân bulabildiklerimi yazıyorum. Çizerek ifade edebildiklerimi de çiziyorum. Çok şükür ikisine de yeteneğim var sanıyorum. Ama çizmeye güç yetirdiklerimi yazamam.

En temelde hak-batıl mücadelesini anlatılan bu romandaki, efsaneler, destanlar, masallar, 21. yüzyıl insanına ne söyler?

Fantastik romanlar ne söyler? Bunu bilmiyorum. Onların okur kitlesi ile ilgili bir bilgim yok ayrıca araştırmacı kimliğim de yok. Ben kendi müktesebatımı nasıl dillendireceğimin derdindeyim. Bugüne kadar geçen ömrüme baktığımda, başka şeyler düşünecek vaktim olmamış. Bundan sonra da olacağını sanmıyorum. Düşündüklerimi yapabilirsem ne âlâ ama geçmişe baktığımda da bunların çok azını yapabilmiş olduğumu görüyorum.

Bu benim yazdıklarım, roman mıdır, efsane midir, esatir midir, hikâyât mıdır? Bizde bunların her birinin karşılıkları olduğu sürece -ki vardır- hiç birine itirazım yok, isteyen istediği gibi değerlendirsin derim. Ömer Lekesiz'in, romanın bizde bir karşılığının olmadığına dair bir tezi var. Ben bu teze katılıyorum. Yazdıklarım arasında bence asıl zenginlik Esrarnâme'dedir. Orada hiçbir metinden hareketle bir şey yazmadım. Tamamen bendeki birikimi yansıtır Esrarnâme. O kitap, “Varlığı, yokluğu ve bundan sonraki hayatı nasıl anlamlandırıyorum ve bunu insanların da okuyabileceği bir biçimde nasıl ifade edebilirim?” sorusundan hareketle yazıldı. Tabii ilk çalışma kendinden sonra gelenleri de etkiliyor.

Modern hikâyede bir yalnızlaşma ve tükeniş yoğunluklu olarak yer bulurken sizin anlatınızda buna tezat bir çoğalma var. Bu karakterler için de geçerli. Bunun avantajları ya da dezavantajları neler?

Bana göre avantaj. Ama bizim o kadar çok yitiklerimiz var ki değerlerimiz itibariyle… O yitiklerimizin peşindeyim ben. Onları bulduğumuz zaman, kimliğimiz daha bütüncül bir anlama kavuşacak, kendimizi daha iyi anlayacağız, kavrayacağız. Yeryüzündeki şu andaki konumumuzu ve bütün değerlerimizi yeniden sorgulamamız gerekli, hatta bu hayati bir zorunluluk. Kavramlarımızın yabancısıyız. İnanıyoruz ama akidemizin de uzağındayız. Ben insanlık ailesi içinde Hz. Âdem'in, Allah tarafından, Allah'ın eliyle yaratıldığına inanıyorum. Bütün insanların onun ailesi olduğuna inanıyorum. İnananların bir aile oluşturduğunu düşünüyorum. Bu aile içerisinde en özel olanların, Son Peygamber'in bağlıları olduğunu düşünüyorum. Onların bireylerinden birinin de ben olduğumu düşünüyorum. Hayatımın sonuna kadar bütün bunların peşinde olacağımı, bunları anlamaya çalışacağımı düşünüyorum. Ömrüm de buna yetsin istiyorum en azından anlam bende tamamlanıncaya kadar. Ve bence insanların en temel yükümlülüğü de budur. Hitap muhataba özeldir. İnsanın hitabının muhatabı bizatihi kendisidir. Yani herkes bütün insanlarla kendi üzerinden konuşur.

Neden anlatmamız lazım?

Evet, işin bir de bu yanı var. Bugün edebiyatçılar olarak hep anlatıyoruz. Neyi anlatıyoruz? Neyi anlatmamız lazım? Temiz bir anlatı mirası var. Bizim mirasımız bu. Bunu daha önce Yücel Çakmaklı ile de konuşmuştuk. Bu birikimin, sinema diliyle anlatılması gerekiyor. Çünkü sadece bizde olan bir birikim bu. Menâkıp, kıssa, hikâye geleneği başka nerede var ki? Bugünün sineması artık insana değen hikâyeler anlatamıyor. Oysa bizde sinema diliyle anlatılmamış muazzam bir hikâye birikimi var. Menkıbeler neden kötü olsun? Sadece bugünün diliyle anlatılmadıkları için biz onlara mesafeli duruyoruz. Bu hikâyelerde bugünün insanına ve gelecekte yaşayacak olanlara ışık tutacak olan, onların ihtiyacı olan nice damarlar var. Bu hikâyeler değersiz olsaydı Allah Kuran'da bunları anlatır mıydı? Ben bunları önemsiyorum ve sanatsal anlatı anlamında kaygısını duyuyorum.

Destan uyarlamalarını Türk Sineması'nda hiç görmemiş değiliz aslında. Fakat çok karikatür tipler olarak karşımıza çıktılar.

Romanın bitmesine yakın bir akşam televizyonda Battalgazi filmine rastladım. Şöyle bir sahne vardı: Bir Bizanslı prenses, üryan biçimde oturuyor yatağında. O sırada paldır kültür Bizans'ın cengâveri Hammer içeri dalıyor ve yine yarı üryan olan Battal ile boğuşmaya başlıyorlar. Yenişemiyorlar sonra masaya oturuyorlar ve şarap içmeye başlıyorlar. Devamında Battal, Hammer'i İslam'a davet ediyor, Hammer Müslüman oluyor… Ben burada kapattım televizyonu, tahammül edemedim. Ertesi gün Ayşe Şasa ile görüşmemiz vardı. Söz bir şekilde akşamki file geldi. İtirazlarımı anlattım ona. Bir kere Battal Türkmen yiğidi olarak gösteriliyor. Oysa halkın bile ağzındadır Seyyid Cafer… Peygamber torunudur. Orijinal destanda Hammer de Ahmer Tarran'dır… Ayşe Hanım beni dinledikten sonra dedi ki "Yoksa onun senaryosunu ben mi yazmıştım?" Ve şöyle bir açıklama getirdi: “Biz o zamanlar bunların hiçbirini bilmiyorduk.” Şimdi imkân varken düzeltilmemeli mi? Bu yanlışlar sürdürülmeli mi? Ben tabii sırf bir yanlışı düzelteyim diye yola çıkmadım. Sadece destanlar için de geçerli değil bu. Tüm birikimimizin işin ehlince düzeltilmesi gerektiğine inanıyorum. İnsanlığa yeniden takdim edilmesini istiyorum. Yapabildiklerim de bunlardır.

Kitabın tematik bütünlüğün içinde Peygamber Efendimizin hayatının anlatılmasının önemi nedir sizce?

Hamzanâme'de üstad yoktur. Bu Battalnâmade de böyle. Sahipkıran'daki üstad benim elimdeki el yazması metindir. Onunla aramdakini üstad ve dinleyici şeklinde yazdım. Battal Gazi destanında da elimde bir metin vardı. Ama benim için üstad tüm bu birikimin ortak tipi. Üstad anlatmaya başlarken kitabın orta yerinden başlayıp anlatmıyor. İnsanın Âdem'den başlayan hikayesini anlatıyor ve oradan ana hikâyeye geçiyor. Sahipkıran'da girizgâh bölümü ile ana hikâye arasında bir kopukluk olduğunu söyleyenler oldu. Hatta o girizgâhın bir ilmihal olarak yazılması gerektiğini düşünenler vardı. Battalnâme için de bu geçerli. Her neyse… Bu benim tarzım. Ve önemli olan benim meramım.



12 yıl önce
default-profile-img