|

Hrant benim için ilhamın ta kendisi

'Cumba' yazar Karin Karakaşlı'nın Agos gazetesinde yayınlanan yazılarıdan oluşan bir seçki. Karakaşlı'nın Hrant Dink'in kendisine verdiği köşeden dünyaya ve Türkiye'ye bakışını yansıttığı yazıların yer aldığı kitap adeta; ülkemizin son yıllarının panoramasını çiziyor.

Hatice Saka
00:00 - 12/03/2009 Perşembe
Güncelleme: 09:02 - 12/03/2009 Perşembe
Yeni Şafak
Hrant  benim için  ilhamın  ta kendisi
Hrant benim için ilhamın ta kendisi

Karin Karakaşlı Agos gazetesinde 1996-2008 yılları arasında yayınlanan yazılarını Cumba adlı kitapta topladı. "Cumba, gazetenin keşmekeşi içinde sığınabileceğim bir limandı"diyen Karakaşlı, Hrant Dink'in Agos yıllarının edebiyatına da kılavuzluk etmiş bir zaman dilimi olduğunu dile getiriyor. Yazar, Türkiye'de yaşayan bir Ermeni olarak, bu sorunun salt yabancı ülkelerde parlamento tasarılarına ve pazarlık unsuruna dönüştürmenin geçerliliği yok diyor ve ekliyor: "Herkes gibi Türkiye'de yurttaş olmak, memleketini sevmek ama bir yandan eleştirel duruşunu korumak, ülke hayrı için olanları, ucuz siyasetin ötesine geçen hakikatleri söylemek bedel istiyor. "

Agos gazetesinde yayınlanan yazılarınızı bir kitapta toplamak fikri nasıl oluştu ve kitaba alacağınız yazıları seçerken nelere dikkat ettiniz?

Edebiyat açısından bir sonraki adımımın ne olması gerektiğini düşündüğüm bir zaman diliminde Agos'taki eski yazılarımı okuyordum. On iki yıllık bir sürece yayılan bu yazılarda kendi büyüme evrelerimi gördüm. Bana kendimi hatırlattıkları için çok iyi geldiler. Her biriyle içimde unuttuğum bir yanımı daha görür oldum. Bir anlamda kendimi hatırladım çünkü bazen en çabuk kendinizi unutursunuz yılların karmaşasında. Söz konusu yıllar iki ye katlanacak bir içerik ve hız içinde yaşandığı için anı da biriktirmemiştim. Her şey, yaşandığı anın tazeliğinde duruyordu. Yazıların bir kısmının deneme kıvamında olduğunu fark edince, onları tematik bir düzen içinde kitaplaştırarak kendimi bütün kırmak istedim. Öte yandan okurlar için da tatlı bir sürpriz olacaktı bu, çünkü Agos yıllarım benim edebiyatıma da kılavuzluk etmiş bir zaman dilimi.

'Zamanın ötesinden ve azıcık mesafeli bakabileceğimi hissettim hayata en çok. Ferahta olacağımı, öyle kalacağımı…Adını Cumba koydum' diyorsunuz. Cumba yazın hayatınıza neler kattı?

Cumba köşesinde yazmaya başladığımda çok gençtim. Küçüktüm diyebileceğim kadar gençtim. O köşeyi bana Genel Yayın Yönetmenim Hrant Dink vermişti. Küçük, özerk bir dünyaydı orası. Gazetenin keşmekşi içinde sığınabileceğim bir limandı. Alabildiğine bendi. Dolayısıyla başka hiçbir şeyin olmadığı kadar da benimdi. Hiçbir konu sınırlamam da olmadığından her hafta özgürce akıttım kendimi. Bu ferahlık, kalemimi açtı. Yolun en başında olan bir insanın başına gelebilecek en büyük bir nimetti. Bana ilham veren her konuda yazdıkça kendimi, kalemimi buldum. Ve o köşede büyüdüm.

İstanbul yazılarda kendini epeyce gösteriyor. Herkesin İstanbul'u kendine başlığı altında Gurbetçinin, öğrencinin, Madamın, işadamının, turistin, hastanın, gecekonducunun ve sevdalının İstanbul'unu anlatıyorsunuz. Peki, Karin Karakaşlı'nın İstanbul'u hangisi?

Benim İstanbul'um hiç bitmez. Sadece köşe yazılarında değil, kitaplarımda da ortaya çıkar, kahramanlarımdan rol çalar çünkü asla panoramik bir arka plan olmakla yetinemeyecek kadar gururludur. Bir kaleydoskopun merceğinden yaşarım İstanbul'u en çok. Her şeyi ve o her şeyin tersini içerir. Hangi parçalar yan yana gelirse ayrı bir tabloya evrilir. Bu haliyle de çelişkileri ve anlatılacak hikâyeleri hiç tükenmez. Tekrar bile söz konusu değildir. Hayatın gelip geçiciliğini ama o geçicilik içindeki biricikliğini yaşatır insana İstanbul. Yaşarken de yazarken de hakkını ister. Ona hep yeniden başlanır ve hep sil baştan yaşanır. Ama ille de bir resimden bahsetmek gerekirse İstanbul benim için en çok vapurdur. Bir vapurun içinde gökyüzü ve denizle çevriliyken, yola çıktığım ve varacağım yerlere mesafelenmişken İstanbul'un kudretini ve büyüleyici güzelliğini hissederim.

Kitaptaki yazıların çoğu Ermeni kimliğinize odaklı. Türk, Ermeni, yazar, kadın... En çok hangi kimliğinizi taşımakta güçlük çektiniz?

Kimliklerin bize doğal olarak verili şeyler olduğuna inanmıyorum. Hepsi için emek sarf etmek, onların içini doldurmak ve varlıklarını hak etmek gerekiyor. Bu da ömür boyu süren bir uğraş. Herkes gibi Türkiye'de yurttaş olmak, memleketini sevmek ama bir yandan eleştirel duruşunu korumak, ülke hayrı için olanları, ucuz siyasetin ötesine geçen hakikatleri söylemek bedel istiyor. Dolayısıyla yurttaşlık zorlu bir kimlik. Kaldı ki ben aynı zamanda o kimliğe ek olarak Ermeniliği de taşıyorum. Ermenilik, ortam dayatmalarına göre çok sınayıcı haller alabilen bir kimlik, hele de bu konuyla yazı aracılığı ile de ödeşiyorsanız. Kadınlık, ise dayatıldığı değil tercih edildiği haliyle yaşanmasına çalışıldıkça mücadelenin adına dönüşen bir diğer kimlik. Sorgulamamaya, kendimizi ifade etmemeye, hazır, ezber kalıplarla yetinmeye terbiye edildiğimiz bir düzende sürekli yaratıcılık talep eden yazar halin çilesi de cabası... Ama gerçek şu ki ben bu kimlikleri birer yük olarak algılamayı ve yaşamayı hep reddettim. Yazının başına oturduğumda beni var eden tüm bu kimlikleri usulca bir kenara bıraktım. Bu bırakış olmadan saf yazıya ulaşmak mümkün değil. Edebiyatsa katışıksız olan hiçbir şeyi affetmez. Dolayısıyla köşe yazısı ve edebiyatı, kimlik ödeşmeleri söz konusuyken tamamen ayırıyorum. Var olan düşünce cümleleri ile edebiyatta söz söylemem mümkün değil. Orası benim her şeyi deneyebileceğim, yoktan var edebileceğim sonsuzluğum ve sonsuzluğun dilini el yordamı bulmak zorundasın, kimliklerin söyleyeceği bir söz yok artık o noktada.

"Ermeni adının sorun sözcüğüyle yan yana gelmemesini, o acılı tarihin ucuz magazin programlarında maç tezahüratları eşliğinde malzeme olmamasını isterdi." diyorsunuz. Türkiye'de yaşayan bir Ermeni olarak bu suni 'sorun'un çözüleceğine dair inancınız var mı?

Ermeni Sorunu, bugünümüzü etkileyen boyutuyla Türkiye'nin sorunu olarak gördüğüm bir mesele. Son imza kampanyasının başardığı tartışma ortamı, Diaspora'da gördüğü olumlu ve beklenmedik karşılık, derken hemen akabinde okullara dayatılan Sarı Gelin filmi, yine bu hamleye karşı Türk, Ermeni tüm velilerin çocukları uğruna verdiği ortak mücadele; konunun ne kadar gündemde ve belirleyici olduğunun güncel kanıtları. Tarihi tarihçilere bırakmak mümkün değil, doğru da değil. O tarih dediğimiz şey bizim bugünümüzü, günlük hayatımızı ve kuracağımız geleceği belirliyor. Tarihin resmi, dayatmacı propaganda menşeli anlatımlarından medet ummanın zamanı da geldi geçti. Konuyu salt yabancı ülkelerde parlamento tasarılarına ve pazarlık unsuruna dönüştüğü zamanlarda hatırlamanın ise çoktandır geçerliliği yok. Bu mesele, bu toprakların ve bu topraklarda yaşamakta olan iki halkın meselesi. Üçüncü taraflara söz düşürmemek ise artık pekçok şeyi göze almayı gereektiriyor. Soru sormayı, temiz yanıtlara hazır olmayı, karşılıklı cesur ve dürüst olmayı, saygı gözetmeyi. Bunu memleketimize, birbirimize ve hayatını bu uğruda vermiş Harnt Dink'e borçluyuz.

Hrant Dink'in ölümünü anlatan yazıları kıyamet başlığı altında topluyorsunuz. Onun ölümünü haber aldığınız yazınızda sayfalar karanlığa gömülüyor. Türkiye'de bir çok insan onu bu acı olayla tanıdı. Siz onun yolunda cesaretle ilerlediği zamanlarda da yanındaydınız, onu iyi tanıyan biri olarak nasıl bir Hrant Dink portresi çizersiniz?

En büyük sorun böylesi karşıdan bakılan portre çizimlerinin bana çok acı gelmesi. Ben Hrant Dink'i simgeleştiği haliyle değil, insan gerçeğiyle taşıyorum içimde. O, kaybettiğim bir can değil, her zamankinden fazla yanımda olan ve hayatımı tıpkı yaşadığı zamanki kadar biçimlendiren kişi. İlhamın ta kendisi. Elbette artık onun söylem ve düşün dünyasını layıkıyla anlatabilmek diye ek bir sorumluluk var. Bu bağlamda onun bir ahlâk öğretisi olarak sunduğu ve yaşamı boyu uygulaya geldiği empatiyi vurgulamak gerekiyor sürekli. Bir çocuğun saf merakıyla sorduğu soruları, buldurduğu yanıtları, samimiyetini ve sahiciliğinden kaynaklanan ikna gücü dolayısıyla bunca tehlikeli addedilip maruz bırakıldığı yalnızlaştırılma sürecini anlatmak gerekiyor. Bütün bunları algılatmak, onu maalesef bize geri getirmeyecek. Bu anlamda telafisiz kayıp denen şeydir yaşanan ama en azından Türkiye, onun inandığı ve canı pahasına gitmediği memleketi olmayı hak edecek. Bir anlamda, biz ona yaklaşmış olacağız. Bunun için öncelikle sözlerini anlamak, sonrasında da onun yaşam felsefesine uygun işlere koyulmaktır esas olan. Hrant Dink gençlere çok inandı. Herkesin ama özellikle de gençlerin içinde henüz açığa bile çıkmamış olan varoluş potansiyelini gördü. Bu açıdan eşsizdi. Denilebilir ki onun inandığı Türkiye de en çok bir var olabilme ihtimaliydi. Bu ihtimali gerçek kılmak hayatı benim için daha az haram duygusuyla yaşanılır kılacak.



Cumba

Karin Karakaşlı

Doğan Kitap

258 sayfa


15 yıl önce