|

Mustafa Kutlu beş duyuya kalbi ekliyor

'Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı', Mustafa Kutlu'nun kendi “hikâye poetikası”nı da işlediği önemli bir eser

Ömer Lekesiz
00:00 - 9/09/2009 Çarşamba
Güncelleme: 22:33 - 8/09/2009 Salı
Yeni Şafak
Mustafa Kutlu beş duyuya kalbi ekliyor
Mustafa Kutlu beş duyuya kalbi ekliyor

Poetikayla ilgili ilk müstakil çalışmanın Aristo tarafından yapıldığını biliriz ama onun bu çalışmayı edebiyatın doğasıyla ilgili kendi zamanında ortaya çıkan hangi sorulara karşılık olarak yaptığını bilmeyiz. Yine de onun sayesinde şu bilgiye ulaşmış olmayı kazanç sayarız: Edebiyat olarak neyin, nasıl anlatılacağı yazan hemen herkesin ezeli problemidir. Kimileri Aristo'nun izinden yürüyerek kendi poetikaları üstüne müstakil çalışmalar yapmışlar, kimleri de kendi şiir, hikâye, öykü ve romanlarında konuya ilişkin açıklamalar yapmayı ya da en azından kimi ihsaslarda bulunmayı seçmişlerdir.

Mustafa Kutlu'nun Dergah Yayınları arasından çıkan Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı adlı yeni kitabı, kendi “hikâye poetikası”nı da işlediği önemli bir eser olarak ulaştı elimize.

Türk öykücülüğünün kilometre taşlarından biri olan Kutlu, Hüzün ve Tesadüf'üyle öykü kitaplarına ara verip, sonraki kitaplarını (Uzun Hikâye, Beyhude Ömrüm, Mavi Kuş, Tufandan Önce, Rüzgârlı Pazar, Chef, Menekşeli Mektup, Kapıları Açmak ve Huzursuz Bacak'ı), “hikâye” türünde yazmıştı. Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı'yla da “hikaye” türüne can ve kan taşımayı sürdüren Kutlu'nun bu eserini ilk bakışta onun “Hikâye Poetikası” olarak okumaya çalıştık.

Kutlu, hikâye poetikasını üçlü bir yapı üstüne kurmuş:


1) Sanatın niteliği, sanatçının farkı:

Sanatın kaynağı hayattır. Kutlu “sanki” sözcüğüyle, olmamış gibi olanların, hayatın dışına düşenlerin tam da hayatın içinde olduğunu vurgular. Ona göre hayat, bir antikacı vitrininden görülen resimdir, bir kıpırdanıştır, bir nefes alıştır, kalp çarpıntısıdır, gülücüklerdir, onunla belirginleşen gamzelerdir, bir çift hareli gözdür.

Sanatı hayattan devşiren göz / nazardır. Beş duyuya (duygusal his, derin duyuş olarak) kalbi de ekleyen Kutlu, hikâyeciyi “Acılar, sevinçler, mücadeleler, inançlar, kavgalar, düşler, kalp kırıklığı, karşılıksız sevdalar, arkadaşlıklar, yalnızlıklar ve mutluluklar”ın, “Sakin, durgun, ama bir o kadarda derin denizler”in anlatıcısı olarak tanımlar.

Hikâye uydurmadır; gerçekle ilişkisi sınırlıdır. Bilenen bir olay ya da durumun yazıyla ibda edilmesidir. Hikâyenin uydurma oluşu, yokun varlığı / varın yokluğundan bir kinayedir; olaylar ve haller öylesine birbirine benzer ki, bunların öznelerini, nesnelerini, mekanlarını ve zamanlarını değiştirerek anlatmak hikâyenin özüne zarar vermediği gibi anlatılanda herkesin (zamandan ve mekandan bağımsız olarak) kendisinden bir karşılık bulması da onun “olabilirlik” dairesini hayatın dairesine bitiştirir; sonuçta olmamış olan olmuş, olmuş olan olmamış gibi anlatılabilir. Sanatın, “gerçekle sınırlı alakası” işte bu “sınırsızlık” nedeniyledir.

Sanatçı, “tüccar değil”dir; kendine göre ilginç bulduğu konuları, kişileri, olayları eserinde “kendince” bir bakış açısıyla işler. Kutlu'nun “kendince” vurgusu, Batılı söyleyişiyle “bakış açısı”na, yerli söyleyişiyle “tabir tarzı”na denk düşer. Elbette, dünya görüşü itibariyle Kutlu'nun tercih edebileceği tanım “tabir tarzı”dır. Çünkü, Efendimizin “İnsanlar uykudadırlar, ancak öldükleri zaman uyanırlar” Hadisi'ne göre, gündelik hayatta rüyanın tabir edilmesindeki zorunluluğu, sanatçı da bir rüya olarak yaşadığı şu zamanın hadisatına uygulamak yani yaşananları tabir etmekle sürdürür. Onun tabir edişi, bir hikâyeyi kuruşu ve anlatışıdır; çünkü her rüya, hem anlatanın anlatışına, hem dinleyeninin dinleyişine, hem de tabir edicinin tabirine göre farklılıklar yüklenir.

Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı'nın girişinde “Yekpâre zaman nedir?” diye soran ve bunu Tanpınar'ın da bilmediğinden emin olarak, “Fâni ile bâkinin farkı fark eden için eşya kaç para eder” diyerek maluma dönüştüren Kutlu, “tabir tarzı”yla da Tanpınar'ın “rüya estetiği”nin üstündeki sisi kaldırıp, söz konusu Hadis'in penceresinden bakmadan rüya estetiğinin anlaşılamayacığını ve uygulanamayacağını zımnen belirler.


2)Tahkiyenin şekil, maksat ve yönü:

Kutlu'ya göre hikâye uydurma'nın da bir ölçüsü vardır. Bu ölçü, anlatılanla, onun anlatılış biçimindeki asli dengeye dayanmaktadır. “Şimdi edebî eserlerde böyle konu kısıtlaması” olmasa, “ne anlatıldığına değil, nasıl anlatıldığına” daha çok bakılsa da Kutlu, her ikisinin bir dengede buluşturulmasından yanadır. Çünkü, modern anlatım tekniklerindeki uygulamalar, biçimsel yenilikler revaçta olmasına rağmen edebiyatla –oyuncağa dönüşmemesi için- fazla oynamamak gerekir. Diğer bir söyleyişle şimdiki zamanın yazarı Molla Cami gibi anlatmayacaktır ama anlatırken onun anlatış biçiminin de cahili ve münkiri olmayacaktır.

Asıl olan hikâyecinin tabir tarzı'dır; hikâyeyi kendi yorumu, kurgusu ve üslübuyla anlatmalıdır. Hikâyede konu bütünlüğü, örgü sağlamlığı önemlidir ki, anlatıcı kahramanlarının gerçekliği adına da olsa bunlardan taviz vermemelidir.

“Zaman geçer, doğan ölür, elde bir kuru nam kalır.” Hikâye bu geçen – ölen – kalan üçlemesinden türemekle kalmaz, onları kıyametle sınırlı olarak ebedileştirir ve bu edebileştirme de aslında sözkonusu üçlemeyi pekiştirmeye yarar: “Zaman geçer, doğan ölür, elde bir kuru nam kalır.” Bunları görebilmek için hayatın dur-durak bilmeyen akışından uzaklaşmak gerekir ki, bu uzaklaşmadan doğan hikâye aynı zamanda özel bir alanın inşasına, telaştan, dağdağan kaçıp yazının dünyasına sığınma aracı dönüşüverir; Hikâyenin geçeni, öleni, kalanı kuşatan iklimi anlatıcı ve okur için esenlikler, rikkatler üreten özel bir dünya niteliğine bürünür.


3) Sanat ve hududullah arasındaki zorunlu ilişki:

Hayat, bildiğimiz ve bilebileceğimiz, anlattığımız ve anlatabileceğimiz herşeyden daha büyüktür; kuşatılması imkansız bir diller ve haller bütünü olarak bizlerin varlığıyla anlam kazanmasına rağmen, bizi kaale almayan bir akış içinde akar gider.

Kültürler, hayatın akışını bir anlam dizgesi içinde toplar ve bu dizgeyi doğru – yanlış, helal –haram... gibi sınırlarla belirlerler; sınırların niceliği ve niteliği her kültüre göre de farklılıklar arzeder.

Kutlu, hikâyede kültürlerin kendilerine mahsus sınırlarını, diğer bir söyleyişle kendi kültürün sınırlarını değil, “vasat” bir kültürün sınırlarını esas almaktan yanadır. “Hududullah” kavramını bu maksatla kullanarak, “ontolojik sınır”a uymanın zorunluluğuna işaret eder.

Ontolojik sınır, örtüyü, gizlemeyi, perdelemeyi dayatır; “bilinmek” için insanı ve alemleri yaratan Tanrı, bilinmesine mahsus her açıklamayı, işareti, gizi de –en geniş anlamıyla- kulu ile kendisi arasında bir perde kılmıştır. “Bilinmek” isteyen perdeler yarattığına göre, bilmeyi sağlamak (tahkiye etmek) isteyen de onun yaratışına taabi olarak perdelere itibar etmek zorundadır. Kutlu, “Kimse kimseyi yeterince tanıyamaz. Zaten gerçeğin ne olduğunu, eşyanının hakikatini bilmiyoruz. Hayata ve kendimize dair o kadar meçhul var ki, hangi birini dile getirelim?” sözleriyle söz konusu zorunluluğu tekil bir idrak ve anlayışta birleştirir.

Kutlu'ya göre, hikâye esas itibariyle ulvi olana yönelmeli, ulvî olanın vücut bulması için süflî olanın zikredilmesi zaruri olsa bile bunu ölçüsüne göre yapmalıdır. Çünkü insan şerefli mahluk olduğu kadar, hayvandan aşağıya da düşebilecek bir tabiatta yaratılmıştır. “Olağan işler” cümlesinden sayarak insanın “şerefli” karakterini değil hayvani karakterini anlatmayı edebiyata dahil etmeyen Kutlu, bu ısrarında “Görmedin mi, Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti / O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. / Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkanı olmayan kötü bir ağaca benzer” ayetlerine (İbrahim, 24, 25, 26) yaslanır ve hadlerle varolan dünyada hadleri iptal edilmiş bir edebiyatın da edep dairesinden çıkacağına inanır.

Ayrıca Kutlu, tümüyle kuşatılması imkansız olduğundan ruhsal yanıyla insanın zaten mahrem bir niteliğe sahip olduğundan hareketle, onun özelini, mahremiyeti de gözeterek sadece onun tahkiyesinin değil, anlatanın her işinin de “Hududullah”a bağlı olmasını önerir.

Kutlu'nun poetikasında, bizzat bu kitapla da örneklendirdiği şekilde “sadelik” büyük bir yer tutar; basitliğe düşmeyen sadelik, tıpkı hayatın akışındaki gibi tahkiyede de güzel söz olarak kendiliğinden akmalıdır.

Kutlu, Tevrat'ın trajedi, İncil'in drama merkezli tahkiye tarzlarının Kur'an'da toplanışından ve artık tahkiyenin –son tahlilde- Allah'la başlayan ve Allah'la biten bir hayat algısı içinde, Allah'ı yücelterek hatırlatma işlevinden hareketle, “Fâni ile bâkinin farkını fark eden” tümel yaklaşımı benimsemiş, bireylerle ilgili her durumu ve eylemi bu tümele ait tikel durumlar olarak anlatmıştır. Diğer bir söyleyişle Kutlu, Batılıdır, moderndir gibi kompleks ürünü mülahazalarla, parçalanmış bir zihinin ürettiği unsurlara yaslanarak hikayede artistik oyunlar oynamak yerine, Semavi hikayeye mahsus hakikatin derin ve kuşatıcı izlerini sürmeyi seçmiştir.

Peki Kutlu, “Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı”nda bu poetikasını hangi olaylar, haller ve kişiler üstünden anlatır? Bu sorunun tam cevabını arayanların kitabı okumaları gerekir. Kutlu, yazdı ve kenara çekildi; biz kitabı “ilk bakışta” böyle okuduk, bakalım sizler nasıl okuyacaksınız?

15 yıl önce