1936 İstanbul doğumlu Türkiyeli bir fotoğrafçının mütevazi hayatını anlatan elimdeki "Öteki ya da değil NE FARK EDER!" kitabı ile kapısını çalıyorum İzzet Keribar'ın. Cana yakın bir gülümsemeyle ofisinin kapısını açıyor İzzet Bey. Elimdeki kitapta İzzet Keribar'ın hayatı var. Gazeteci Rahime Sezgin'in ısrarlarıyla hazırlanan eser Doğan Kitap'tan çıktı ve kitapçı raflarında yerini aldı bile. Biz de kitaptan yola çıkarak İzzet Keribar'ın hayatı, fotoğraflar, ve ötekilik üzerine kendisiyle konuştuk.Röportajda ağabeyinden bahsederken zaman zaman sesi titreyen yüzü kireç gibi olan Keribar geçtiğimiz haftalarda vefat eden ağabeyisi Leon Keribar'ın acısını hala derinden yaşıyor. Kendisine bir kere daha başsağlığı diliyoruz.
Bu başlığı bulan Rahime Hanım. Başlık tabi ki düşündürücü ama aslında ben hiçbir zaman kendimi "öteki" hissetmedim. Ne ilkokulda ne de kendi evimde. Zaten insan kendini aile çevresindeyken "öteki" hissedemez. Okula başlayınca hisseder belki.Saint Michel Fransız okulunda da hiçbir şekilde dışlanma olmuyordu. Zaten öğrenciler ya Ermeni, ya Musevi, yahut Müslüman'dı. Dolayısıyla gayet normal bir ortamdı. Askerlikte yabancılık çektiysem de fotoğrafçılık sayesinde yolumu bularak bundan kurtuldum. Kore'de askerken fotoğraf çekerek arkadaşların da maskotu haline geldim, aranan biriydim. Sonra iş hayatına atılınca da bir dışlama söz konusu olmadı çünkü müşteriler bizimle çalışmaktan hoşnuttu. Hayat boyunca karşılaşılan ötekileştirme hiçbir zaman benimle ilgili değil, başkalarının algısıyla alakalıydı. Ötekileştirmeyi tetikleyen bazı tatsız hadiseler oldu tabii. "Varlık Vergisi" gençliğimizde iz bırakan bir olaydı. "6-7 Eylül Olayları" bütün gayrimüslimlere yapılan hesapsız bir hadiseydi.
Benim için bir baskı oluşturmadı. Her zaman sessiz konuşmaya, sesimizi duyurmadan konuşmaya özen gösteriyorduk zaten..
İspanya'dan 150.000 kişilik Hristiyan bir kavim Endülüs döneminde Katolikleştirilmek istendi. Saf bir İspanyol ırkı meydana getirmek için sadece Musevileri değil bütün Müslümanları da İspanya'dan def etme politikası izlendi. Bu insanlar da kendilerini kim kabul ettiyse oraya gitti. En çok da 2. Beyazıt döneminde buraya yerleştiler. İlginçtir, o günden beri 16. yüzyılda İspanya'da konuşulan Castellano, burada da bir dil oldu ve konuşuluyor. 500 sene geçmesine rağmen aramızda Ladinolaşmış İspanyolca konuşuyoruz. Ancak Ladino artık eskisi kadar kullanılmıyor. 19. yüzyılda modernleşme çabalarıyla yerini Fransızca aldı.
1960'lara kadar dalga dalga Museviler İsrail'e göç ettiler. Göç edenler, Kule dibinde oturan, dilenci gibi en alt tabaka insanlardı. Ben ve ailem hiçbir zaman göç etmeyi düşünmedik, hali vakti yerinde olan Musevilerin hiçbiri de düşünmedi. 1980'lerde Türkiye'deki anarşiden burada yaşamak tehlikeli olduğundan bir ara gitmeyi düşündük. Sonra İsrail değil de Amerika'ya gitmeye karar verip Green Card aldık. Kenan Evren sayesinde -her ne kadar bugün kendisini çok sert eleştirsek de- Türkiye'de kaldık diyebiliriz. Kendisini o günün şartlarında kurtarıcı olarak görmüştük biz. Burada rahatımız yerindeyken neden göç etmek isteyelim ki? Genellikle biz burada mutlu bir hayat yaşadık. Fotoğraf sayesinde, sanat ile de kendi kabımın dışına taşarak adımı duyurdum.
Müziğe doğuştan yetenekliyim, çok iyi bir kulağım olduğunu söylüyorlar. En azından ben kendim demiyorum. Hafızam da çok kuvvetlidir. Birdenbire Bethooven'ın bir senfonisini kulaktan çalabilirdim piyanoyla. Ancak ağabeyim beni küçük yaşlardan itibaren fotoğrafa alıştırdı. Her ne kadar müzikten zevk alsam da fotoğraf çekmek benim için bir tutku, inanılmaz bir heyecandı.
Dünyayı görmek, yeni yerler gezmek benim hayatta en sevdiğim aktivitedir. Lükse ve gösterişe para harcamaktan hep kaçındım ama Dünyayı gezip farklı coğrafyalardan insanlarla tanışmak oralara vakıf olmak heyecanlandırır beni. Askerliğimin bir bölümünü gönüllü olarak Kore'de yaptım ben. Kimse bana Kore'ye git demedi ama kendi başıma kimseye danışmadan "Ben gideceğim" dedim. Kore Savaşı'ndan sonraki (hem siyah-beyaz hem renkli) Kore'nin belgeleri var bende. Mesela arkadaşlarımla birlikte seyahate gidiyorsam, ben döndükten sonra seyahate çıkıyorum. O seyahati fotoğraflarla defalarca yaşayabiliyorum.
Her fotoğrafı çekerken heyecanlıyım. Beni heyecanlandırmayan görüntünün fotoğrafını zaten çekmem. Bazen bu heyecan inanılmaz şekilde trans haline gelebiliyor. Cami avlusu olabilir, İstanbul'u en güzel şekilde görüntülemek için minarelere çıkardım, oradaki bir bulut, geçen bir vapur, sokaklar olabilir. Hata yapma ve doğru görüntüyü kaçırma korkusu her zaman oluyor. Bugün makineler çok akıllandı tabii ama doğru açıları bulmak, doğru saatlerde gitmek her zaman önemli.
Mesela cami avlusundaki kadınların beyaz başörtüleriyle yan yana otururken, onlar farketmeden arkalarından fotoğraflarını çekmek çok heyecanlıydı. O an sanki transa geçtim. Bu heyecanı veren çok fotoğraf oldu. En zor çektiğim fotoğraflardan biri olarak Kenya'da Masai yerlilerinin barınağında çektiğim fotoğrafı söyleyebilirim. Elektrik yok, ortam çok karanlık, göz gözü görmüyordu. Çok az bir mum ışığıyla kulübeye girdik. Bir süre beklediğinizde ancak göz bebeğim büyüyünce birtakım nesnelerin ayırdına varabildim. Günümüzdeki fotoğraf makinelerindeki teknoloji ilk makinelere göre çok gelişmiş olmasına rağmen görüntü alırken çok zorlandım.
1980'lerde her yarışmaya katılmaya özen gösterirdim. Özellikle uluslararası yarışmaları hep takip ederdim. Katıldığım her yarışmadan ödül almadım tabi ki. Hep ödül kazanıyorum, hep fotoğraflarım kabul ediliyor diye bir şey olamaz ki! Bu başarısızlıkların da en güzel yanı çok çabuk unutulması.
Benim tanıdığım genç fotoğrafçılar pek yok açıkçası. Genç fotoğrafçıların fotoğraflarını görüyorum ancak isimlerini bilmiyorum. Hurda Sanat e-dergideki Sancar Dalman, Alperen Kahraman ve diğerlerinin yaptığı sanat hurda falan değil. Oldukça profesyonel. Gençlerin kendilerine güvenerek farklarını ortaya koyacaklarına, isimlerini duyuracaklarına inanıyorum.
Sene 1953. O zamanlar ben ilk fotoğraf makinemi yeni aldım. Çok az kişide, özellikle 17 yaşında olan çok az kişide fotoğraf makinesi vardı. Büyükada'daki Anadolu Kulübü'ne babam çok eskilerden üye olmuş. Onun adı aslında "Yat Kulübü"ydü. 1930'larda "Anadolu Kulübü" oldu. Bir özelliği de 1970'lerdeki tüm mebusların oraya gelmesiydi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın geldiğini duyunca fotoğrafını çekmeyi istedim. Bir arkadaş benim adıma sordu, karşısına geçip de fotoğrafı korkarak çektim. Çektiğim fotoğrafı da kendisine gönderdim ama teşekkür mektubu gelmeyince de biraz kırıldım.
Savaşın benim sanatımda etkisi olmadığını düşünüyorum. Ben fotoğrafta değil savaşı, acıklı hiçbir şeyi çekmem. Fotoğraflarımda acıyı değil, güzellikleri çekme taraftarı oldum hep. Kore'de askerken bile hep dans eden çocukları, doğayı, oranın mimarisini çektim. Tek acı olarak çektiğim şey 6-7 sene önce Polonya'daki toplama kampıydı. Siyah-beyaz çekerek konferansta anlattım..
İzzet Keribar'ı ağabeyi Leon Keribar fotoğraflara aşırı ilgilidir ve onun bu ilgisi İzzet Bey'e de geçer. O dönemlerde fotoğraf makinesi hemen alınmaz ki!17 yaşındaki İzzet, harçlıklarını biriktirerek alır Zeiss-İkon fotoğraf makinesini... 1982 yılından beri yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda fotoğraf sergisi ve dia gösterisi gerçekleştirir. Uluslararası Fotoğraf Federasyonu tarafından 1985 yılında A.Fiap (Sanatçı), 1988 yılında da E.Fiap (Ekselans) ünvanlarını alır. Aynı zamanda Fransız Kültür Bakanlığı'nca Legion d'Honneur nişanı (Akademik Başarılar Şövalyelik ünvanı)nı kazanır. National Geographic Traveler'da 2.lik alır ve Fuji Avrupa Basın Ödüllerinde 1.likleri vardır. İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği üyesi olan (İFSAK) Keribar, birçok kuruluşta halen fotoğraf dersleri veriyor.