Hayatın akışındaki sıkıntıları normal bir insan yaşantısı olarak algılamamız lazım. Yoksa, ruh sağlığı alanı çok fazla genişler. Halbuki bu alanı daraltmamız gerekiyor. Aslında insan hangi durumlarda doktora gitmesi gerektiğini tanımlayabilir. Burada iki uca karşı mücadele etmek lazım. En ufak bir sıkıntı için psikiyatra gitmek desteklenmemesi gereken bir şey. En uç noktası ise kişinin gerçekle bağlantısını koparabilecek düzeydeki düşünceler, hezeyanlardır. Mesela kişi takip ediliyor, öldürülecek, kulağına sesler geliyor, uzaydan mesajlar gelmiş, kendisini peygamber olarak görüyor ya da yoğun intihar düşünceleri var. Hayatla ilişkisi bariz olarak farklılaşmış. Uzun süredir böyle bir durumda olan kişi, psikiyatra başvurmalıdır. Diğer küçük sıkıntılar, çevre, dostlarla birlikte çözülmeli.
Modern şehir hayatının ruh sağlımıza etkisini cidden önemsemek lazım. Bir çoğumuz sıcak dertlerimizi paylaşabileceğimiz yakın dostlara ilişkilere sahip değiliz artık. Örneğin ben Urfa'da çalışırken bir çok hastamı, yatırmadan ayakta tedavi ediyordum. Neden? Çünkü hastasına sahip çıkan bir aile yapısı vardı. Hastalarıyla ilgileniyorlardı, başında duruyorlardı. Ama İstanbul'da herkes çalışmak zorunda. Herkes zamanla yarışıyor. Bu, dostluk, dayanışma ilişkilerinin zayıflamasına neden oluyor. Yani ruh sağlığını koruyucu unsurları azaltan, olumsuz yanları artıran bir etkiye sebep oluyor modern hayat.
Psikiyatrik hastalıklar eğitimle ilişkili ama hastalığın ortaya çıkması tek başına eğitim eksikliği ile ilişkili değil. Eğitim ve sosyal durum, gelişimini etkiliyor hastalığın. Şizofreni gibi, manik depresif bozukluk gibi ruh sağlığı hastalıkları evrensel. New York'ta da var, Mekke'de de var, Moskova'da da var.
Bunu destekleyecek bir malzeme yok elimizde. Sanatçı olmasından dolayı hasta olması daha az ihtimal olmakla birlikte, o ruhsal durum belirli çalışma alanlarına kişiyi itebilir. Mesela sanatçı olmak duyguların daha yoğun ifade edilmesini gerektirir. Bu yüzden sanat alanında bulunanlarda ruhsal psikopatolojinin daha yüksek olduğu yönünde çalışmalar var. Ama bu işle uğraştıkları için böyle oldular anlamına mı geliyor, yoksa zaten yapılarında var olan bu ruhsal huzursuzluk sanatsal üretkenliklerine mi sebep oluyor bunu bilemiyoruz.
Biraz kaçmasında kimse için bir sakınca yok. Ama fazla kaçmasından korkmak lazım. Fazla kaçarsa üretkenliği azaltabilir. Bir belirtiye hastalık diyebilmek için, işin üretkenliğini, yaşam kalitesini de etkilemesi, bozması gerekiyor. Gerçek hastalıklar bunu yapıyor.
Psikiyatride bir takım zıtlıklar var. Mesela zihinle beden, ilaçla psikoterapi, genetikle sosyal çevre. Bu üç unsurun birbiriyle tarihsel çelişkisi, halen aşılabilmiş değil. Psikiyatrik hastalıkların konseptinde bir uzlaşma henüz tamolarak sağlamış değiliz. Ama eskisi kadar belirsiz bir alan değil.
Avrupalıların yaktığı dönemde, bizim geleneğimiz Bîmarhane kurup, daha insancıl bir fiziki ortam oluşturarak hastalara bakmayı becermiş. Avrupa medeniyetleri bu alanda kendini geliştirdi, hastasına daha insani koşullarda bakıyor, ama biz tarihsel olarak tersine döndük. Elimizdekini de kaybettik.
Önemli oranda var. Başvuruda artık bir engel kalmadı. İnsanlar daha kolay psikiyatriste başvuruyor. Artık utanmıyoruz. Ama, sorun şu: Bu talebi karşılayacak sistemleri aynı oranda kuramadık. Hafif rahatsızlıklar için yeterli sisteme sahibiz ama daha ağır rahatsızlıklar için ciddi zorluklarımız var. Türkiye'de psikiyatri yatağı olması gerekenin sadece dörtte biri..
Medyanın insanların gündelik yaşama biçimlerine, düşünme biçimlerine algılamalarına çok önemli bir etkisi olduğu kesin. Bu zaman zaman pozitif, ağırlıklı olarak da negatif bir etki. Tek başına yıkıcı bir etkisi olmaz ama sınırda olan bir kişiyi, devirebilir de toparlayabilir de. Basın dünyası, evrendeki olgularla gerçekçi, sahici bir ilişki kurmuyor. Yapısından kaynaklanan sansasyonel nitelikte, geçici, çekip uzaklaşma, kendi haline bırakma metodolojisiyle ilişki kurduğu için fark etmeden kötü niyet olmasa bile yansıttığı şeyler iyi bir zihin için değersiz şeyler oluveriyor. Bu nedenle toplumla ilgili her hangi bir durumda, pozitif bir değiştirici güç yerine çoğunlukla negatif bir ilişki kuruyor. Buradaki en önemli nokta şu. Aygıtın kendisinde problemler olmakla birlikte, aygıtı yöneten kişilerin kurduğu ilişki biçiminin sahici olmaması.
Son derece problemli bir ruh hali. Bilinir olma, tanınır olma, kendimizi var etmek için hepimizin bir derece peşinde olduğu bir şey. Bu tanınma şöhret olma, güç sahibi olma psikolojisine dönüştüğü zaman bunu yapmanın da her türlü hareketi yapması kendince meşrulaşıyor. Bu bir saplantıya dönüşüyor. Bu saplantıdaki bir ruh halinin doğru dürüst bir ürün ortaya çıkarması mümkün olmuyor. Maalesef ilişki bu. Son dönemde bizlerle kurulan ilişki, bunun artık abartılı, sınır tanımayan, bir boyuta gelmiş hali. Biz de bu yüzden inanılmaz şekilde alanımızı daraltmaya başladık. Mesela ben son 1,5 yıldır hemen hemen hiçbir televizyon ve gazeteye çıkmadım. Gelen bütün talepleri reddettim. Basınla ilişkilerden sorumlu arkadaşıma 'işin beni basından uzak tutmak' talimatı verdim. Büyük oranda bunu da başardık. Çünkü Adana'da ortaya çıkarılan iddiaların muhtemelen devamı da gelecek ve bu bizim çalışma alanımızı son derece daraltmaya başladı.
Türkiye'de ruh sağlığı alanının bir takım bazı ciddi sorunları olduğunu zaten kabul ediyoruz. Bu sorunları bu alanda çalışan profesyoneller uzun süredir dile getiriyor. Değiştirilmesi gereken çok şey var. Asıl, sansasyonel bir kamera ve gazeteci diliyle kurulan ilişkinin bu dönüştürücü güce sahip olup olmadığını tartışmak lazım. Oluşturulan ortam, hastanelerin işkence yapılan fiziki ortamlar olarak gösterilmesine neden oluyor. Haberleri yaparken bu hastalara hizmet edecek başka kurumlar olmadığını unutmamak lazım”
Şu anda bir tükenmişlik sendromu var. Zordayız. Hastalarımız da zorda. Fakat, bu onlarla uğraşmaktan değil, bir serviste 20 hasta yatması gerekirken, 45-50 hastanın bulunmasından kaynaklanıyor. Mesela Finlandiya gibi 5,3 milyonluk bir ülkede, yaklaşık 5 bin tane psikiyatri yatağı, 5 bin tanede bakım merkezi var. 70 milyonluk Türkiye'de bakım ve psikiyatri yatağının toplam sayısı 6 bin.
Resmi söylemimiz, belirtileri alıp, tanıyı söylemeyi gerektiriyor. Hastalık konusunda kişiyi veaileyi eğitiyoruz. Ancak kişinin hastalığı kabullenmediği bir ortamda istemsiz yatış şekline dönüyor. Ruh sağlığı alanında çatışmaların yaşanmasının en önemli nedeni budur. Kişi, kendisinin hasta olmadığını düşünüyor. Böyle bir insan, yatmamak için direniyor. Burada çatışma alanlarının olmaması mümkün değil. Çünkü hastalığın doğası nedeniyle çatışma durumları oluşabiliyor.
Şu an modern tespit kayışları ile ilgili çalışmalarımız var. Umarım bir iki ay içerisinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde deli gömleğini kökten kaldıracağız.
Basına biz her zaman açığız. Ancak bunun için güven ilişkisinin oluşturulması gerekiyor. Reklamımızın yapıldığı haberler beklemiyoruz. Ama insancıl bir ilişkinin kurulması gerekiyor. Ancak son dönemde, ruh sağlığı hastaneleriyle gizli kamera marifetiyle yürütülen ilişki, basına olan güveni son derece sarsan bir gelişme oldu. Adana görüntülerinin ardından şöyle bir tablo oluştu. Zavallı, sürekli dayak yiyen hastalar. Hastalara işkence eden ruh sağlığı çalışanları ve beceriksiz yöneticiler. Bu doğru bir algılama değil. Bunun bize de topluma da faydası yok. Bunların ardından hastaneler için ya polisiye tedbirler gündeme gelir ya da cilalama yapılır. Ama çözüm bunun ötesinde. Ruh sağlığı alanında, hastaya kötü muamelenin olmadığını savunmuyoruz. Bizim de sorunlu olduğumuz alanlarımız var ama bizim servislerimizde yatan hastalar için sistematik bir hasta dövülmesinin iddia edilmesi son derece terbiyesizliğe varan bir ifadedir. Belki bunu bizzat kimse söylemiyor ama gizli kameralardan topluma yansıtılan görüntülerle bu söylenmek isteniyor. Davranışlarını kontrol edemeyenler elbette çıkacaktır. 15 ayda şiddet eğilimindeki beş kişiyi kapı önüne koyduk.
-Bu satırları okuduğunuz dakikalarda, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde 1550 kişi yatarak tedavi görüyor.
-Hastanedeki 550 hastaya, kimse sahip çıkmadığı için ortalama 10 yıldır bu hastanede bakılıyor. Aralarında 25 yıllık hastalar bile var.
-Her yıl sadece Bakırköy'de 15 bin kişi yatarak, 400 bin kişi ayaktan tedavi görüyor.
-Türkiye'de Manisa, Elazığ, Adana, Erenköy, Bakırköy, Bolu, Samsun'de olmak üzere sadece 8 tane ruh sağlığı hastanesi var. Toplam yatak sayısı sadece 6 bin.
-Eğer bu hastaneler kepenk kapatırsa, her yıl bu hastanelerin kapısını çalan yaklaşık 2 milyon insanın başvurabileceği özel bir kurum yok.